
“İçimizdeki” Robotlar
Koç Üniversitesi, bilimin gelişmesini teşvik etmek amacıyla Türkiye’nin yetiştirdiği yurt içinde veya dışında evrensel bilgi birikimine katkıda bulunan başarılı ve öncü bilim insanlarını ödüllendirmek üzere, “Koç Üniversitesi Rahmi M. Koç Bilim Madalyası” programını başlattı. Bu yıl üçüncüsü verilen ödül, “Fen, Mühendislik ve Tıp” alanında tüm dünyada ses getiren çalışmaları ile Prof. Dr. Metin Sitti’nin oldu.
Biz de Metin Sitti ile bu özel ödülü kazanmasında önemli rol oynayan araştırmalarını, yürütmekte olduğu çalışmalarını ve geleceğe ilişkin planlarını konuştuk.
KURIOUS – Siz bir araştırmacısınız; birçok farklı projede çalıştınız, çok kıymetli çıktılar elde ettiniz. Ama bu üzerinde son çalıştığınız tıbbi robotlar şu anda çok gözde. Yine de bir tek siz değilsinizdir diye tahmin ediyorum bu konuda çalışan; yıllardır birçok bilimkurgu romanında, filmlerinde de çok rastlanan bir konu. Sizin çalışmanızı farklı kılan nedir?
Metin Sitti – Söylediğiniz gibi tıbbi robotlar yeni bir konu değil, özellikle laparoskopik cerrahide, örneğin prostat cerrahisinde ya da değişik ortopedik, beyin ya da kalp cerrahilerinde çok ileri ticari tıbbi robotik sistemleri mevcut. Bunlar 80’lerden beri olan çalışmaların sonunda ortaya çıkmış büyük boyutlarda olan insan vücudunun dışında çalışan kablolu robotlar. Benim çalıştığım özel konu, Esrarengiz Yolculuk (Fantastic Voyage) gibi filmlerde gördüğümüz, insanın içine doğrudan kablosuz olarak giren, gittiği yerlerde cerrahi operasyon ya da ilaç verme gibi işlemler yapan çok küçük boyutlardaki robotlar. Bunlar, vücudun içine acı vermeden kolayca giren, hatta doğrudan yutularak ya da insan içine enjekte edilerek giren, kablosuz olduğu için çok daha küçük bölgelere ulaşabilen ve hiçbir şekilde acı vermeyen ya da hastanın uyutulmasına bile gerek olmadan yerleştirilen geleceğin tıbbi cihaz teknolojisi. Bu açıdan kablosuz minyatür tıbbi robotlar henüz çok yeni; 10-15 yıllık tarihi bulunuyor ve bu konuda Japonya’da, Avrupa’da ve ABD’de çalışan başka gruplar da var. Bizim yaptığımız farklılığa gelince; yakın zamanda yaptığımız en büyük farklılık bu çok küçük olan cihazları, kablosuz olmanın ötesinde yumuşak olarak tasarlayıp üretmek oldu. Yani yumuşak lastik gibi düşünün; elastik bir polimer malzemenin içine manyetik parçacıklar koyuyoruz ve dışarıdan şeklini değiştirerek onu kontrol ediyoruz. Bu robot şekil değiştirerek hareket edebiliyor, vücut içinde gezebiliyor ve aynı zamanda ilaç salımı yapabiliyor. Dışarıdan kontrol edilebilen yumuşak robot diyoruz bunlara; hiçbir şekilde vücuda zarar vermiyor. Bahsettiğimiz o büyük robotlar aslında tehlikeli; herhangi bir hatada hastaya çok büyük zarar verebilir. Bunlarsa yumuşak ve çok küçük olduğu için çok farklı yerlere ulaşabilen zararsız robotlar.
Robotun boyutu nedir?
Şu an ilk prototipler birkaç mm boyutlarında, mesela yaptığımız robot prototipin boyu 4 mm. Bunu daha da küçültmeye çalışıyoruz, onlarca mikrometre boyutlarına indireceğiz. Şu an vücut içinde kullanılan kateter dediğimiz cihazlara bakarsanız, bunların çapı zaten milimetreye kadar indi. Ama bunların sorunu kablolu oluşları; kablolu olunca da ulaşabildikleri yerler kısıtlı ya da vücuda zarar verebiliyorlar. Bizim farklılığımız, o kablolu teknolojilerin milimetrik olanlarını bile kablosuz hale getirip insanların içine sokabilmek, bir yandan da tıbbi fonksiyonlarını koruyabilmek. O yüzden şu an en büyük yankı getiren yakın zamandaki çalışma yumuşak, insan içinde gezen ve tıp uygulamaları olan küçük robotlar.
Peki, bunlar vücut içinde nasıl hareket ediyorlar? Bir otonomi var mı? Nereye gideceğini, ne yapacağını nasıl biliyor bu aygıt?
Genellikle tıbbi uygulamada en büyük sorun güvenliktir. Biz yumuşak robot yaptığımız için güvenlik konusunda çok iyiyiz ama, yine dediğiniz gibi nereden nereye gideceğini kim bilecek, kim karar verecek ve kim kontrol edecek? Öncelikle uygulamanın yapılacağı kişi, ultrason veya X-ray cihazı ya da MRI dediğimiz vücuttan fizyolojik olarak görüntü alan bir cihazın içinde olacak. Çünkü o cihazlarla bizim vücudun içerisinde nerede olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Bu sayede robot çok küçük olduğu için ve nerede olduğunu bilmemiz gerektiği için, bu tür cihazlarda önce görüntü alıyoruz. Hem vücudun görüntüsünü alıyoruz hem de robotun nerede olduğunu izliyoruz. Dolayısıyla, doktor bunu ekranda görüyor, robot nerede, nereye gidiyor… Aslında komutu doğrudan doktor veriyor. Doktor robota buradan şuraya git derken biliyor ki, oraya giderken sorun yaratacak bir durum yok. Yani doktor her zaman olayın sorumlusu ve kontrol edeni ama o güzergâhı doktor belirledikten sonra, robotun o noktaya gitmesini otonom olarak bilgisayar programı belirliyor ama hep görüntü geri beslemesiyle. İnsan vücudu çok komplike olduğu için eğer robotu geri beslemeyle takip etmezseniz başka yere gidebilir ya da kaybedebilirsiniz. İnsan vücudunu çok iyi tanıyan, bütün operasyonu bilen bir insanın kontrolünde olması sürecin, hastanın güvenliği açısından en iyisi her zaman.
Anladığım kadarıyla ilk hedef ilaç salımı, değil mi?
Görece ilk hedef ilaç salımı, evet. Yumuşak robotun en büyük özelliği dışarıdan kumandayla ve manyetik alanlarla şeklini istediğimiz gibi değiştirebilmemiz. Robotun üstüne yaptığımız cep şekil değiştirme sırasında açılıyor ve içindeki ilaç o bölgeye salınıyor. Şimdi yine görece yapabileceğimiz ilk uygulama kanser tedavisinde kemoterapide kullanmak. Biliyorsunuz kemoterapide ilaçlar şu an ağızdan ya da enjeksiyonla alındığında vücudun her yerine gidiyor, aslında yüzde 95’i doğru hedefe gitmiyor ve yan etki yaratıyorlar. O yüzden şu an hedefli olarak kanser ilacını vermek çok büyük bir “hedef”; ilaç firmaları çok uğraşıyor bu konuda. Bizim çalışmada robotik olarak ilacı doğru yere götürdükten sonra orada yüksek dozda lokal olarak vermeye çalışıyoruz ki, yan etkiler minimize olsun, bu çok önemli bir avantaj. Bir de etkiyi artıyor tabii, ilacı en yüksek miktarda doğru dokuya ulaştırıyoruz. İlk hedefimiz bu. İkinci hedefimiz, diyelim ki bir damarda, beyinde veya kardiyovasküler sistemde anormal bir kanama oldu. Bizim robotumuz kanamanın oluştuğu noktaya ulaştığında damarı kendisi kapatacak şekilde bir tıpaya dönüşebilecek. Yani kanama duracak ve eğer koşullar yine normale dönerse de, tıpa görevini bırakacak ve yeniden robota dönüşüp yerinden çıkabilecek. Dolayısıyla, hedefli olarak vücutta değişik kanalları açıp kapama gibi bir görevimiz olacak. Üçüncü uygulamada da bu robotları dışarıdan ısıtabiliyoruz; içlerinde manyetik parçacıklar var ve dışarıdan manyetik alanları sabit değil de, yüksek frekanslarda değişken bir şekilde verdiğiniz zaman manyetik parçacıklar ısınıyor. Isınan robotun bulunduğu hücreler 45 °C derece civarında bir sıcaklık hissederlerse ölmeye başlıyorlar. Kanserli dokularda, değişik kanser tedavilerinde parçacıklar kanser hücrelerine yapıştıktan sonra, dışarıdan ısıtıyorlar ve o hücreleri öldürüyorlar. Buna hipetermi deniyor ve bu da kemoterapinin yanında başka bir kanser tedavi yöntemi. Bunu sağlayacak bizim yumuşak robotumuz.
Görevleri bittikten sonra vücuttan atılmaları nasıl gerçekleşiyor? Yan etkileri yok mu?
Öncelikle şu soruya cevap verilmeli: Robotlar içimize nasıl girecekler? Robotlarımız hedef bölgeye göre vücuda değişik şekillerde girecekler. Örneğin, hedefimiz sindirim sistemiyse ağızdan yutularak, ama kardiyovasküler sisteme ya da beyne kateter yardımıyla girmesi gerekiyor. Dolayısıyla vücuda girme işlemi bile, hastalığa ya da hedefli bölgeye göre değişiyor. Vücuda girdikten sonra da şu problemlerle karşılaşılacak: 1) Robotun yapıldığı malzemenin vücuttaki hücrelerle uyumlu olması gerekiyor. Öyle malzemeler var ki, vücuda yerleştirdiğinizde hücreler onları sevmiyor ve dolayısıyla tepki vererek toksik bir etki yaratıyor. Bu çok önemli bir problem. Dolayısıyla biz yumuşak robotları çok özel malzemeden yapıyoruz ki, vücut onları sevsin. 2) Bağışıklık sistemimizdeki hücreler de robotlarımıza saldıracak, her yabancı biyolojik ya da sentetik maddeye saldırdıkları gibi. Dolayısıyla, bizim bağışıklık sistemi hücreleriyle de arkadaş olan, onlarla uyumlu malzemeler kullanmamız gerekiyor. Bunları doğru yaptıktan sonra robotun tepkisel bir yan etkisi olmayacak. Son aşamadaki sorun da, sizin güdümünüzde ya da kendi otonom güdümünde robot yanlış bir şey yaparsa ne olacağı. İşlemi doktor kontrolünde yaparak, malzemeleri yumuşak tasarlayarak bu tür sorunları nerdeyse yüzde 0 gibi çok az oranlara düşürüyoruz. Peki, sonunda her şey başarıldı, robotun veya robotların işi bitti (bazen birden fazla robot kullanacağız), şimdi ne olacak? Nasıl dışarı çıkartacağız ya da içeride bırakırsak ne olacak? Bu noktada iki çözümümüz var: Milimetrik boyutta olan robotlar manyetik özellikte oldukları için bir kateter yardımıyla mıknatısla toplanıp çıkartılabilir. Ama asıl yapmak istediğimiz ve ilk çalışmaların olumlu sonuçlar verdiği yöntem, robotun vücut içerisinde tamamen çözünmesi. Burada da kritik olan, bu çözünmenin zaman içinde gerçekleşmesi, çünkü hemen olursa operasyon bitmeden kendini imha edebilir.
Peki bu keşfin bilime katkısı nasıl olacak sizce? Bundan sonra hangi bilim dallarını etkileyecek? Ne tür yeni projelerin üretilmesine öncülük edebilir?
Bu, çok disiplinlerarası bir konu. Böyle bir robotu tasarlamak, üretmek, denetlemek, uygulamak… Bütün bu süreçler farklı uzmanlıklar gerektiriyor. Öncelikle mutlaka malzeme biliminden anlamak lazım; bütün malzemelerin doğru seçilmesi ve üretilmesi gerekiyor. Ekibinizde malzeme biliminden, kimyadan, polimer kimyasından anlayan çok iyi elemanlarınızın olması şart. Ayrıca çok iyi robotik de bilmek lazım. Robotik demek hem elektrik-elektronik mühendisliği, hem makine mühendisliği, hem de programlamadan anlamak demek. Robotun hareketini denetlemek ve kontrol etmenin dışında, hareketi anlamak için sıvı akışkanlığı ve fizik bilmeniz gerekiyor. Fizyoloji ve tıp bilmeden tıbbi uygulamada bu robotları kullanabilmek mümkün değil tabii. O fizyolojik sistemdeki hareketler neler, orada hangi hücreler var, hücrede nasıl tepkimeler olabilir, sıvı akışkanlığı, hareketi var mı, organlarda hareket var mı?.. O nedenle çok iyi anatomi bilmelisiniz. Dolayısıyla bizim ekipte neredeyse her alandan araştırmacı var ve bunların hepsini grup olarak bir araya getirmeniz gerekiyor. Bilimsel bir keşif söz konusu olduğunda tüm bilim dallarına dokunduğunuz için, hepsine çok büyük katkılarda bulunabiliyorsunuz. Çok yeni malzemeler keşfediyoruz, örneğin yumuşak robotların şekil değiştirebilmesi bilimsel olarak çok yeni. Bunların tıbbi olarak nasıl görüntüleneceği, içeri nasıl yerleştirilip dışarı çıkarılabileceği… Bunların hepsi aslında bilimsel yeni metotlar gerektiriyor. O kadar küçükler ki, neredeyse mikrop boyutlarında, o yüzden robotları yüzlerce hatta binlerce üretip vücuda salıyoruz. Bunların kolektif olarak dışarıdan denetlenmesi gerekiyor tabii. O zaman kolektif sistemleri anlamanız lazım. Biz hayvanlara bakıyoruz; küçük bakterilerden tutun da, diğer küçük hayvanlar nasıl hem tek başlarına hem de kolektif olarak hareket ediyorlar inceliyoruz ve doğadan çok şey öğreniyoruz. Bilimsel olarak da doğadan öğrenen, doğadan esinlenen küçük robotlar yapıyoruz. Örneğin bu yumuşak robot dediğim aslında bir kurtçuk, aynı zamanda zıplayan başka bir yumuşak hayvan ya da denizanası gibi ya da sperm gibi yüzen… Böyle doğadan esinlenen birçok fikrimiz var. Ve işin ilginci, böyle fikirlerle yeni robotlar üretirken, yaptığımız robotlarla da doğayı daha iyi anlıyoruz. Bilimsel olarak aslında yaptığımız yumuşak robotların hedefi tıbbi uygulamanın dışında, aslında doğayı daha iyi anlamak. Dolayısıyla, hem tıbbi uygulamalar hem doğayı anlamak hem de yeni malzeme ve yeni metotlar üretmek önemli buluşlar getiriyor ve getirecek.

Bu aslında bir tür biyomimikri, yani hayvanların hareketlerini taklit ediyorsunuz. Bir de sanıyorum tam tersi yönde bir projeniz var. İnsan kas hücresini alıp, robota yapıştırmak ve robot geliştirmek gibi. Bu projenin gerçekleşmesiyle siz geleceği nasıl resmediyorsunuz? 20-30 sene sonra bizi neler bekliyor olacak?
Malzeme konusunda 2-3 seçim var. İlki tüm malzemeleri sentetik üretmek yani elastik malzemeler, manyetik malzemeler gibi. Bir de çok küçük boyutlara indiğimizde, örneğin 6-8 mikron çapındaki damarlara bir robotun girmesi için, hücre ya da alyuvar boyutuna inmesi lazım. Hücre boyutuna inmek için sentetik robot üretmek şu an çok zor; uygulamalar var ama çalışmaları biyolojik sistemler kadar iyi değil. Dolayısıyla, biz de tamamen sentetik yapmak yerine, “Neden gerçek hücreleri de kullanmayalım robotlarda?” dedik. Canlı halde hareketli hücreler, örneğin yüzen bakteriler, alg dediğimiz mikroorganizmalar ya da kas hücreleri zaten vücut içerisinde aktif olarak hareket edebiliyorlar. Ayrıca vücudumuzda, bağırsak sistemimizde, şu an 1,5 kg kadar bakteri var ve bunlar içimizde simbiyotik olarak yaşayabiliyorlar ve hareket ediyorlar. Bu 1 mikron boyutundaki organizmaları sentetik ilaçlarla ve malzemelerimizle birleştiriyoruz; projeye verdiğimiz “Cyborg” adı da oradan geliyor. Biyolojik sistem kendi içinde kimyasal enerjiyle hareket ediyor, dolayısıyla dışarıdan enerji vermeye gerek kalmıyor. Sentetik robot yaptığınızda her şeye dışarıdan enerji veriyorsunuz; içeriden enerji yok. Ama hücre kullanıldığında, hücrenin kendi kimyasal enerjisi ile saatlerce günlerce hareket edebiliyor. İşin güzel tarafı, hücreler ortamı her zaman algılıyor: pH, sıcaklık, kimyasallar, oksijen, … Dolayısıyla aslında biz hücreleri aynı zamanda algılayıcı olarak da kullanıyoruz. Örneğin, at arabası yapıyoruz ve atın çekme gücünü kullanıyoruz, köpek veya domuz gibi hayvanların güçlü koku alma duyularıyla bazı maddeleri ya da belli tür mantarları bulabiliyoruz. Bu tür hayvanları tarihimiz boyunca belli amaçlar için nasıl kullandıysak, şimdi onların bir tür mikrometre boyutlarında örneklerini yapıyoruz. Mikrometre boyutundaki biyolojik hücrelerin bu algılayıcı, hareket ettirici ve kimyasal enerjili halini kullanarak çok küçük robotlar üretiyoruz. Dolayısıyla gelecekte göreceğimiz robotlar tamamen sentetik robotlar olmayacaklar, bu Cyborg dediğimiz yöntemle hem sentetiğin hem de doğal olanın avantajları bir araya gelecek.
Ray Kurzweil’ın Singularity is Near kitabındaki, insan makine savaşı değil insan makine birleşiminde bir tekillik olacak teorisini akıllara getiriyor.
Tıbbi kongrelerde bu konuları sunduğum zaman doktorlar, “Robotlar doktorların yerini mi alacak?” diye soruyorlar. Bir cerrahın yerini bir robot alabilir ileride, teknik olarak mümkün ama hedef o değil. Yani aslında robotun da, bizim de hedeflerimiz o değil. Amaç her zaman insanın yardımcısı olan makineler yaratmak. Fabrikalarda belli üretim alanlarında robotlar insanların yerlerini almaya başladı, bu iyi mi kötü mü? Bunu doğru kullanırsanız iyi, ama dediğim gibi genelde en iyisi, insanların yerini alan değil de, insanlarla beraber çalışan robotlar. Bizim hedefimiz de o, yani doktorla beraber çalışan, doktorun işini kolaylaştıran tıbbi robotlar üretmek. Düşünün ki, içinizde gezen robotlar var ve bunlar ilaç verme ve cerrahi işlemlerin dışında tanı koymada da önemli rol oynuyorlar. Erken teşhis çok önemli biliyorsunuz. O yüzden bizim hayalimiz, bu içimizde gezen robotların sürekli bizi gözlemleyip, vücudumuzda bazı değerlerin değişimini algılayıp, doktora haber verebilecek sistemler üretmek. Belki de dediğiniz gibi, ileride robotlar içimizde bir parçamız haline düşünecek.
Aslında hastalar da doktorların varlığını her zaman istiyor. Her ne kadar başarılı yetenekli robotlar olsa da, insan yine de şefkate ihtiyaç duyuyor.
Tabii şefkat, güven çok önemli unsurlar ama bunların dışında başka bir etik tartışma var. Diyelim ki, bir otonom otomobil kazası oldu; arabayı yapan mı sorumlu, algoritmayı yazan mı sorumlu, şoför mü sorumlu tutulacak? Burada da aynı sorunlar var. Yani bir sorun olursa kim sorumlu olacak? Robotun bir hatası olduğu zaman, eğer doktorun güdümünde değilse, robotu suçlamanız gerekecek. Doktorun zaten her şeyi kontrol etmesinin amacı da hem yasal hem psikolojik hem de teknik sorumluluğu alması ve öte yandan hasta açısından insani bazı ihtiyaçları karşılaması. Belki ileride çok daha duygusal robotlar olacak ama nihayetinde işin insani boyutunu yitirmemek de fayda var.
Max Planck gibi çok önemli bir yerde, büyük bir birimin başındasınız. Genç bilim insanlarına ilgi alanlarını genişletmelerini, disiplinlerarası çalışma konuları seçmelerini tavsiye ediyor musunuz?
Neredeyse her çalışma artık disiplinlerarası hale gelmeye başladı. Dolayısıyla, artık disiplinlerarası ekipler, yeni buluşlar yapma yönünde daha hızlı ilerliyor. Ama bu demek değil ki, aynı anda biyoloji, malzeme, kimya, tıp vs. eğitimini almalısınız. Aslında lisans eğitiminde her zaman temel bir alanda güçlü bir eğitim almak çok önemli. Disiplinlerarası çalışmalar, özellikle lisansüstü ve doktora programlarında ve araştırmada çok önemli hale geliyor. O zaman da yeniliğe, yeni fikirlere ve başka disiplinlere açık öğrenciler başarılı oluyor. Ve tabii bir de sıkı çalışmak lazım. Ben robotik eğitimimi, elektrik-elektronik mühendisliği ve fizik çift ana dal eğitimi üzerine elektrik mühendisliği yüksek lisansı yaparak edindim. Ama bunlarla yetinmiyorum, örneğin biyoloji, tıp, malzeme bilimi ve birçok başka alanda yeni şeyler öğreniyorum devamlı olarak; çünkü eğitimim sırasında çok önemli bir yeteneği kazandım: öğrenmeyi öğrenmek. Benim öğrencilere tavsiyem, belli alanlarda çok iyi ve derinlemesine bilgi edinip, onun üzerine yeni alanlara geçmeleri ve öğrenmeyi öğrenmeleri. İşte o zaman o temel bilgilerin üzerine yeni bilgiler koyduğunuzda çok daha başarılı oluyorsunuz. Ve tabii ekip çalışmasını da öğrenmeniz de gerekiyor. Sonuçta siz bir yere kadar her şeyi derinlemesine bilebilirsiniz, dolayısıyla çok-disiplinli ekipler içerisinde, biyolojinin, malzeme biliminin ya da robotiğin uzmanları bir araya geliyor. Bu ekip çalışmasını kişilik ve kültürel olarak çok iyi benimsemiş, anlayan öğrenciler de belli birikimlere gelmiş esnek öğrenciler oluyor ve çok başarılı çalışmalar çıkartıyorlar.
Koç Üniversitesi Rahmi M. Koç Bilim Madalyası’nı aldınız. Ödül almak elbette onur verici, çok prestijli bir şey ama bunun dışında da katkıları oluyordur değil mi araştırmacılara?
Madalyaların ya da ödüllerin en önemli avantajı verilen kişinin görünürlüğünü artırması. Bir araştırmacının Türkiye’de ya da yurtdışında bilinmesi açısından bu ödüller iyi birer araç oluyor. İnsanların sizi bilmesi, öğrencilerin sizi bilmesi, araştırmacıların sizi bilmesi birçok kapıyı açıyor. Öğrenciler sizinle çalışmaya gelebiliyor ya da başka araştırmacılar ortak çalışma yapmak istiyor. Dolayısıyla bilimsel çalışmalarınızın etkisini artırabiliyor. Ben yurtdışında birçok ödül aldım bugüne değin ama Türkiye’de ödül almamıştım. Benim açımdan Koç Üniversitesi Rahmi M. Koç Bilim Madalyasının çok özel olmasının nedeni Türkiye’de aldığım ilk ödül olması. Bu benim için çok mutluluk verici. Türkiye ile bağlantımı hiç kopartmadım zaten ama böyle bir madalya sayesinde burada daha fazla çalışmaya katılabileceğim, öğrenciler yetiştirebileceğim, işbirlikleri kurma fırsatı yakalayacağım. Umarım ortak çalışmalarımız kapsamında buradaki insanların bilime katkısını daha da canlandırma şansım olacak.
Sonuçta ülkemizde insanların bilime bakışlarını, ufuklarını genişletmek açısından da bir fayda yarattıklarını inkâr edemeyiz.
Benim kişisel olarak her zaman felsefem, herkes belli bir yöne giderken o yöne gitmemek. Şu an maalesef gençlerde özellikle görüyorum “bir an önce yurtdışına kapağı atayım” derdi var. Fakat başarılı ülkelere bakarsanız, beyin gücünü ve kalifiye insanları tutmanın bir yolunu buluyorlar. Türkiye’de de bilim yapılmalı, teknoloji üretilmeli. Bütün bu güçlerinizi yurtdışına transfer ederseniz, ülkenin geleceği açısından çok tehlikeli bir durum ortaya çıkar. Ama tabii bu demek değil ki, herkes burada kalsın kimse bir yere gitmesin; burada olabildiğince bilim yapılsın, öğrenciler olabildiğince kalsın veya gidenler sonra geri dönsün, hocalar dahil. Bana herkes soruyor, neden herkes ABD’ye gitmek isterken, ben ABD’den Avrupa’ya geldim diye. Türkiye’ye yaklaşmak için gelmiştim, çok önemli bir nedeni oydu. Daha da yakınlaşmış oldum; Koç Üniversitesi’nde yapacağım ortak araştırmaların ve madalyanın da buna katkısı çok olacak elbette. Gerçekten Türkiye’ye destek vermek ve burada ortak çalışma yapmak açısından bunlar çok faydalı olacak. Ve de yurtdışındaki bağlantıları ve olanakları da buraya da aktarmış olacağım. Böyle bir köprü görevi üstlenmek aslında bizim önemli misyonumuz diyebilirim. Yani sonuçta kişisel başarının ötesinde, bir misyon olarak da her zaman, ülkemizde bilim yapılmasına, başarılı çalışmaların desteklenmesine ve öğrencilerin burada da araştırma yapmasına olanak tanınması bence çok önemli. Bu konuda Koç Üniversitesi elinden geleni yapıyor, bunlara destek vermek de o yüzden bence çok değerli.
Peki son sorumuz… Sizce genç bilim insanlarının en ivedi ihtiyaçları ya da onların yararına olabilecek, atılması gereken en önemli adımlar nelerdir?
Ben Japonya’daki sistemden tutun da, ABD’deki ve Avrupa’daki de olmak üzere birçok sistemi gördüm… Genç insanlarımızın bilimdeki başarısı için en önemlisi tabii öncelikle çok iyi bir eğitim almaları ve özgür bir ortamda bulunmaları. Tam o dönemde gençlerin kişiliği oturuyor, ayrıca bilimsel meraklarından tutun da, gelecekte ne yapmak istediklerine ilişkin görüşleri ve bilgi birikimi de o dönemde oluşmaya başlıyor. Dolayısıyla serbest bir ortam ve kaliteli eğitim çok önemli. Kaliteyi belli bir düzeyde tutabilecek ortamın yaratılması, hem maddi destek hem kaliteli hocaların olması çok önemli. Ama bunların yanı sıra üniversitelerin sağladıkları olanaklar da çok önemli. Örneğin, araştırma olanaklarının iyi olması, gençlerimizin araştırmalarda başarısını artıracak. Araştırma alanında en önemli unsurlardan biri de doktora öğrencileri, dolayısıyla iyi öğrencilerimizin bazılarının Türkiye’de kalarak araştırma yapması lazım. O yüzden de bu öğrencileri mutlu edebilecek kalitede araştırma ortamı, yurtdışı olanakları, ziyaretler şart. Biz bunu sağlamak için ortak doktora programı düşünüyoruz. Öğrenciler burada doktora yaparken aynı zamanda Almanya’daki Max Planck Enstitüsü’nde ya da ABD’deki bir kurumda belli ziyaretlerde bulunarak ortak doktora programlarına katılabilir. Kısacası, daha mutlu ve daha başarılı olabilecekleri ortamlar yaratmamız lazım.