Güneş Enerjisinin Kısa Geçmişi – I
Güneş 4,5 milyar (4500 milyon) yaşında, 1,4 milyon kilometre çapında, çoğunlukla helyum ve hidrojenden oluşan ve kozmik ölçekte bakılırsa aslında pek de bir özelliği olmayan, orta boy bir yıldız. Latince adı “sol”. Çekirdeği 15 milyon °C derece, yüzeyi (fotosfer) ise yaklaşık 5.500 °C derece sıcaklıkta devamlı kaynıyor. O kadar büyük ki, içine 1,3 milyon adet Dünya sığabilir. O kadar hızlı hareket ediyor ki, Samanyolu etrafında saatte 27.000 km hızla ilerleyen bir yıldızlararası ateş topu diyebiliriz (Bu hıza rağmen, Samanyolu çevresinde bir tur atması 230 milyon yıl sürüyor!). Çekirdeğindeki tüm hidrojeni tüketene kadar, yani tahminen 4 küsur milyar yıl daha bu seyahatine devam edecek. Fakat tüm bu fiziksel gerçeklerin ötesinde, gezegenimiz üzerindeki tüm canlıları ilgilendiren bir özelliği ise bildiğimiz anlamda yaşamın onsuz var olamayacağı. Dünya üzerindeki bütün enerjinin tek kaynağı, biraz da genelleme yaparsak, Güneş. Güneş olmasaydı sıvı formda su bulunmayacak ve su döngüsü olmayacak (hidroenerji), ısı farkından doğan rüzgâr örüntüleri olmayacak (rüzgâr enerjisi) ve tabii ki bildiğimiz anlamda karbon temelli yaşamı mümkün kılan fotosentez de gerçekleşmeyecek, dolayısıyla fosil yakıtlar da oluşmayacaktı. Hatırlayalım: Fosil yakıtlar, milyonlarca yıllık fotosentez ve besin döngüsü sayesinde doğmuş, ölmüş ve zamanla yer kabuğunun derinlerine gömülmüş canlıların bedenleridir, yani petrol, kömür ve doğalgaz.
Şimdiyse, güneş enerjisi dediğimiz zaman akla hemen binaların çatısına yerleştirilmiş paneller geliyor. Fakat, güneş ışınlarını elektriğe dönüştürmeye başlamadan çok önce, sağladığı ışık ve ısıyı kullanmanın yollarını keşfetmiştik. Örneğin, binalarımızı kışın güneş ışınlarıyla ısıtmanın geçmişi günümüzden 6.000 yıl öncesine kadar gidiyor. Taş Devri’nde Çin’de yaşayan insanlarının barındığı evlerin giriş çıkış kapısı güneye bakacak biçimde düzenlenmiş ki, kışın düşük açıyla gelen güneş ışınları evleri ısıtabilsin. Daha sonra, milattan önce birinci yüzyılda Antik Yunan ve Mısır medeniyetleri de kış güneşinden bu şekilde faydalanmanın tekniklerini geliştirmiş. MÖ 384-322 yıllar arasında yaşamış ünlü Yunan düşünür Aristo’nun kaleminden çıkan deneyimler, daha sonra Roma döneminin meşhur mimari Vitruvius tarafından yazılan De Architectura’da daha da geliştirilerek günümüzde “pasif solar tasarım” adıyla bilinen bir mimari yaklaşımlar bütününün temelini oluşturacak çerçeveyi kazanmış (bkz. pasif solar tasarımı başarıyla hayata geçiren Earthship tasarımı).
Bunun dışında, güneş ışınlarını bir noktaya odaklayarak enerjisini hasat etme fikri, günümüzden 2.700 yıl önce mercekler kullanılarak hayata geçirilmişti (ki bu fikir, günümüz güneş enerji sistemlerinde de kullanılıyor). Milattan önce üçüncü yüzyıla geldiğimizde ise, Yunan ve Romalı bilim insanları aynaları kullanarak güneş ışınlarını tek bir noktaya odaklamış ve meşaleleri bu yolla yakmayı başarmıştı. Hatta, doğruluğu kanıtlanamamış bir hikâyede, ünlü matematikçi ve mühendis Arşimet’in (MÖ 287-212) Sirakuz kuşatması sırasında Roma donanmasındaki ahşap gemileri bu tip bir ayna sistemiyle tutuşturduğu rivayet ediliyor.
Tarihin sayfaları ilerledikçe, bu teknolojiler rafine edilmeye devam etti. Leonardo da Vinci’nin sıcak su kazanlarını ısıtmak için güneş ışınlarını odaklayan içbükey bir ayna fikrini ortaya atması ve yine benzer yöntemlerle bakır boruları birbirine kaynatacak ısıyı ortaya çıkaran bir cihaz olasılığını tartışması için yüzlerce yıl geçmesi gerekti.
18 yüzyıla geldiğimizde, tropik meyvelerin tadını kendi evlerinin bahçesinde çıkarmak isteyen elit Avrupalılar, evlerinin güney cephesini cam seralarla kapatarak hem iştahlarını tatmin etmeye hem de bu cam kış bahçeleri içinde ısınan hava sayesinde evlerini de ısıtmaya başladı. Şeffaf camların kullanımı yaygınlaştıkça, ısı tutma farkındalığı da arttı ve 1767 yılında İsviçreli mucit Horace-Benedict de Saussure, dünyanın ilk solar enerji toplayıcısı (kolektör) olarak bilinen düzeneği kurdu. Üzeri camla örtülü, ağaç mantarıyla yalıtılmış siyah bir kutunun içindeki aynı özelliklerde daha küçük bir kutuya yerleştirilen suyu, güneş ışınlarıyla kaynatmayı başardı. Yani doğrudan güneş enerjisiyle yemek pişirme fikri hayata geçti. Zamanla bu fikir de yeni yöntemlerle gelişti ve güneş ışınlarını yansıtıcılarla bir noktaya odaklayan “ocaklar” ortaya çıktı (bu yaklaşım da günümüzde neredeyse hiç değişmeden hâlâ kullanılıyor).
Meşhur Fransız kimyager Lavoisier, bu konuya da el atmayı unutmadı ve farklı boyda iki cam mercek ile kurduğu düzenek sayesinde su ısıtmak için kullandığı kazanı 1750 dereceye kadar çıkarmayı başardı. Çevre sorunlarını ciddiye alan Lavoisier, deneylerinde ihtiyaç duyduğu ısıyı bu şekilde elde edebileceğini kanıtladı ve bu rekoru yüz yıl boyunca kırılamadı.
Sanayi devrimi ile birlikte demir-çelik endüstrisinin ve fosil yakıtların yaygınlaşması, makineleşme ve yeni madenlerin kullanılmaya başlaması, güneşin teoride sonsuz ve temiz enerjisini farklı amaçlarla yönetme girişimlerini de doğal olarak hızlandırdı. Örneğin, 1825 doğumlu Fransız mucit August Mouchot, çeşitli girişimler sonunda dünyanın ilk solar buhar motorunu icat etti. Mouchot, hızla büyüyen endüstrinin ihtiyaçlarını yalnızca güneş enerjisiyle karşılayabileceğimize ikna olmuştu ve onun yolunu izleyen bilim insanları parabolik yansıtıcıları keşfetti. Örneğin, asistanı Abel Pifre, 1882 yılında 3,5 metre çapında bir yansıtıcıyla ısıttığı kazanda 300W enerji üreterek bununla bir baskı makinesini çalıştırabileceğini gösterdi. Bu mantıkla çalışan sistemler sonraki yıllarda daha büyük ölçekli ihtiyaçları karşılayacak biçimde de kullanıldı. Amerikalı mühendis Frank Shuman’ın Mısır’da kurduğu dünyanın ilk solar termal enerji santrali, 62 metre çapında parabolik yansıtıcılar sayesinde 5 saat boyunca yaklaşık 40 kW enerji üreterek, Nil Nehri’nin suyunu bitişik tarım arazilerine dakikada 20.000 litre gibi muazzam bir ölçekte pompalamayı başardı.
Tüm bunlar solar termal adı verilen, yani güneş enerjisini ısı enerjisine dönüştürerek (su ısıtarak) iş görmeyi sağlayan teknikler. Ülkemizde günısı adıyla bilinen sıcak su sistemleri de aynı teori üzerine kurulu, fakat yeni yöntemler ve malzemeler sayesinde eskisine kıyasla oldukça verimli çalışan ve herkesin evinde bireysel olarak kullanabileceği kadar gelişmiş sistemlere dönüştü. 18. ve 19. yüzyılın bilim insanları, bu teknolojinin dünyanın her yerinde kullanılmaya başladığını görseydi oldukça mutlu olurdu.
Fotovoltaik (PV) Enerji Sistemlerinin Keşfi
Güneş ışınlarının doğrudan elektik enerjisine dönüştürülmesini sağlayan PV yöntemi ise, solar enerjinin gelişimi açısından muhtemelen en büyük başarılardan biri olarak tarihteki yerini aldı.
Photovoltaic (Yunanca ‘phos’ yani ışık ve elektrik birimi ‘volt’ terimlerinin birleşimi) etki, 1839 yılında yalnızca 19 yaşında olan Fransız fizikçi Alexandre-Edmund Becquerel tarafından keşfedildi. Babasının laboratuvarında deney yaparken, asidik bir solüsyon içine yerleştirdiği gümüş klorüre bağlı platin elektrotların ışık altında voltaj ürettiğini gözlemledi ve keşfini yayınladı. (Becquerel’in fotoğraf alanında da öncü çalışmaları oldu. 1840 yılında gümüş halojenürün ışığa duyarlı olduğunu keşfetti ve böylece 1848 yılında renkli fotoğraf çekebilecek tekniği hayata geçirdi.) İngiliz elektrik mühendis Willoughby Smith ise, 1873 yılında selenyum elementinin ışığa duyarlı olduğunu keşfetti: selenyum ışığa maruz bırakıldığında elektrik iletkenliği artıyordu. Bundan birkaç yıl sonra, 1876 yılında ise William Grylls Adams ve Richard Evans Day, selenyum külçelerin üzerine ışık tutulduğu zaman elektrik akımı oluştuğunu kanıtladı.
Fakat, gerçek anlamda güneş hücresini ilk icat eden kişi, Amerikalı mucit Charles Fritts’ti. 1883 yılında bir tarafı demir levha, diğer tarafı ise yarı geçirgen altın bir plaka arasına yerleştirdiği selenyum, dünyanın ilk çalışan PV hücresi olarak anılıyor. Bunlar tabii ki %1 gibi çok düşük verimle çalışan hücreler olsa da, günümüzde en hararetli mühendislik gelişmelerinin yaşandığı güneş paneli endüstrisinin temelini oluşturdu. Fritts, New York’ta bir binanın çatısında birkaç selenyum üniteyi birbirine bağlayarak “panel” düzenlemesini de hayata geçiren kişi olarak biliniyor.
Bu esnada, 1922 yılında teorik fiziğe katkılarından dolayı Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülen Albert Einstein’ın, bu ödülü aslında genel ve özel görelilik teorilerinden ötürü değil, 1904 yılında fotoelektrik yasalarının keşfi üzerine yazdığı makale nedeniyle aldığını da belirtelim (“On a Heuristic Viewpoint Concerning the Production and Transformation of Light” / I”şığın Ortaya Çıkması ve Dönüşümüne İlişkin Buluşsal Bir Bakışı Açısı Üzerine”). Özetle, Einstein’a göre ışık, barındırdığı enerji düzeyi frekansıyla orantılı bir parçacıklar ışını olarak tanımlanabilir. Bu ışını metal bir yüzeye doğrulttuğumuz zaman fotonlar atomlara çarpar ve eğer fotonun frekansı metal yüzeydeki elektronlardan birini serbest bırakacak kadar güçlüyse, bu çarpışma fotoelektrik dediğimiz etkiyi doğurur, yani elektrik akımı üretir.
1950’lere kadar, arada İkinci Dünya Savaşı’nı tüm yıkıcı etkileriyle geride bırakan birkaç on yıl içinde, PV teori ve deneylerinde yaşanan gelişmeler ve çeşitli patentler, solar panellerin gerçek anlamda endüstrileşmesinin yolunu açtı. 1954’te meşhur Bell Laboratuvarı’nda çalışan Amerikalı bilim insanları Daryl Chapin, Calvin Fuller ve Gerald Pearson, güneş ışınlarını doğrudan elektrik akımına dönüştürerek standart elektrikli aletleri çalıştırabilecek, silikon transistörlerle yapılan ‘güneş hücreleri’ni üretti. Bu hücrelerin verimi %6 olarak iddia edildi ve dönemin en büyük keşiflerinden biri oldu. New York Times, bunu ‘‘insanlığın en büyük rüyalarından birinin, yani Güneş’in sınırsız enerjisini medeniyetin hizmetine sunmanın kapılarını açan yeni bir çağın başlangıcı’’ olarak gördü.
Güneş hücrelerinin verimi 50’li yılların sonunda, özellikle Hoffman Electronics adlı şirketin çalışmaları sayesinde %14’e kadar çıktı. Bu sırada, galyum arsenit gibi ışığa duyarlı yeni malzemeler keşfedilmiş olsa da hücrelerin maliyeti hâlâ oldukça kısıtlayıcıydı (üretilen her bir Watt elektrik için 100 USD) ve ancak ufak tefek cihazlar günlük hayata girmeye başladı. Ama dönemin en önemli gelişmelerden biri, ABD’nin uzaya gönderdiği Vanguard I adlı uydunun güneş enerjisiyle çalışacak biçimde tasarlanması, üretilmesi ve yörüngeye yerleştirilmesi oldu. Güneş panellerinden oluşan iki kanatlı tipik uydu imgesi de bundan sonra yaygınlaştı ve şimdi uydu dediğimiz zaman gözümüzün önüne gelen resim artık bu.
1960’lı yıllarda selenyum ve silikon temelli güneş paneli üreten firmaların sayısı, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Japonya’da artmaya devam etti. 1962 yılında Bell Laboratuvarı’ndan çıkan, dünyanın (güneş enerjisiyle çalışan) ilk telekomünikasyon uydusu yörüngeye fırlatıldı.
1970’li yıllar ise, özellikle ABD’de yaşanan petrol krizinin de etkisiyle birlikte, güneş enerjisine daha fazla yatırım yapılmasını sağladı. Yarı iletken malzemelerin keşfi ve endüstrideki payının artmasıyla birlikte, hücrelerin maliyeti Watt başına 100 USD’den 20 USD’ye kadar düştü. Şebeke elektriğinin ulaşmadığı yerlerde aydınlatma ve uyarı ışıkları için kullanılmaya başladı. Delaware Üniversitesi çatısı altında kurulan Institute of Energy Conservation, PV teknolojisi Ar-Ge çalışmalarına adanmış ilk kurum oldu. 1973’te inşa edilen ve ‘’Solar One’’ adı verilen bina, yalnızca güneş enerjisiyle ihtiyacını karşılayan (PV ve termal) ilk bina olarak tarihe geçti ve bundan sonra güneş enerjisinin piyasada makul bir seçenek olarak yer alabileceğine ilişkin görüşler tüm kesimlerce kabul edilmeye başladı.
1980’li yıllarda petrol fiyatlarının düşmeye başlamasıyla PV endüstrisi hafif bir duraklama yaşamaya başlamış olsa da, hem devlet kurumları hem de özel girişimler güneş enerjisi araştırmalarını desteklemeyi, teşvikleri ve Ar-Ge çalışmalarını sürdürdü. Tabii ki 70’li yıllarla birlikte ortaya çıkan ve fosil yakıtlara dayalı tüm endüstrilerin yarattığı çevre kirliliği ve iklim değişikliği gerçeklerinin kabul edilmeye başlaması da temiz enerji olarak anılan PV teknolojisine verilen desteği artırdı. 1981’de yalnızca güneş enerjisiyle çalışan ilk uçak üretildi, 82’de ise megawatt ölçeğinde enerji üreten ilk solar tesis açıldı ve Avustralyalı Hans Tholstrup, dünyanın ilk solar otomobiliyle 4.500 kilometre mesafe kat etti. Küresel düzeyde PV enerji üretimi toplamının 1 gigawatt’ı aşması ise 1999’u buldu.
Şimdi biraz geriye giderek 1900’lere dönelim. 19. yüzyıl sonlarında Kanada’nın Nova Scotia Eyaleti’nde doğan George Cove adında bir mucidin 1905 yılında yaptığı bir patent başvurusunda, basit bir metal alaşım üzerindeki ısı farkından elektrik ürettiğini gösteren bir kayıt bulunuyor (patenti 1906 yılında almış). Açıklamaya göre, odun sobasında ortaya çıkan ısı elektriğe dönüştürülüyor. Bunun yanı sıra, Cove’un benzer bir tekniği bir dizi güneş panelinde de kullanarak, evsel enerji ihtiyacını karşılayacak çalışmalar yaptığına dair kanıtlar var. 1909 yılında The Technical World Magazine’de yayımlanan bir makale, Cove’un elektrik jeneratörünü şu şekilde tanımlıyor:
‘‘…güneşli iki gün sonrasında, bir evin bir haftalık elektrik ihtiyacını depolayabiliyor…Şu anki maliyeti ise yüz doları aşmıyor. Herhangi bir mutfak aleti kadar sağlam….Bu solar elektrik jeneratörü ile güneş ışınlarını yakalayarak herhangi bir akü sistemiyle depolamak mümkün; mucit, otomobillerde kullanılan standart akülerden kullanmış ve istediği zaman herhangi bir cihazı çalıştırabiliyor; aydınlatma, yemek ısıtma veya dikiş makinesi gibi.’’
Bu açıklamaya baktığımızda, Cove’un güneş enerjisiyle elektrik üreten bir sistemi, tarihin yapraklarındaki diğer kayıtlardan daha önce icat ettiği anlaşılıyor. Fakat bunun yeni keşfedilmiş silikon gibi malzemeler veya yeni bilimsel ilkelere değil, önceden bilinen ‘‘thermocoupling’’ (ısıl çift) ilkesiyle çalıştığını da belirtmek lazım (ısıl çift: esasında sıcaklık ölçmek amacıyla kullanılan, iki farklı metal malzemenin iki noktadan birbirine bağlanması ve ikisi arasında sıcaklık farkına göre oluşan voltajın okunmasına dayalı bir yöntem).
Cove’un bu buluşu ve buluşunu yaygınlaştırma çalışmaları başarısız olmuş. Bunun nedenleri tam olarak bilinmiyor, çünkü o dönemde aynı yerde yaşayan George Cove adında başka birileri daha var ve resmi kayıtlarda tutarsızlıklar görülüyor. Fakat, 1910 yılında itibaren Cove’un bu girişiminde başarısız olduğu anlaşılıyor. O günlerde, New York’ta kurduğu atölyesinde çalışmalarına devam ediyor ve solar elektrik jeneratörü için yatırımcı arıyor. 19 Ekim 1909 tarihli The New York Herald gazetesinde çıkan bir habere göre, Cove kimliği bilinmeyen kişiler tarafından kaçırılıyor ve 25.000 Amerikan doları karşılığında tüm çalışmalarını bırakması isteniyor. Teklifi reddeden Cove, birkaç gün sonra serbest bırakılıyor ve yatırımcılarından Frederick W. Huestis’i kendisini kaçırmakla suçluyor. Fakat Huestis doğal olarak bu suçlamayı reddediyor ve Cove’un bu işi bir reklam kampanyası olarak kendi kendine uydurduğunu, hatta elektrik jeneratörünün zaten çalışmadığını iddia ediyor. Bu olaydan sonra ise Cove belini bir daha doğrultamıyor ve sahibi olduğu Cove’s Sun Electric Generator Corporation şirketi kapanıyor.
Peki Cove’un bu icadı gerçekten çalışıyor muydu? Patent başvurusunu inceleyen uzmanlar, bunun elektrik üretebilecek bir yöntem olduğunu kabul etse de pratikte ne kadar uygulanabilir olduğu şüpheli diyor. Huestis’in iddiaları arkasında yatan sebebin bu olabileceği düşünülüyor. 1909 yılında Engineering News adlı dergide çıkan bir makale, ‘‘elektrik depolama yöntemlerinde yepyeni bir keşif yapılmadığı müddetçe, güneş ışınlarıyla çalışan herhangi bir makinenin ticari başarı elde etmesi mümkün değil’’ diyor.
Fakat, başka bir olasılık daha var. Belki Cove’un makinesi gerçekten çalışıyordu. Eğer böyleyse, Huestis’in bu icada yönelik olumsuz yorumları arkasında solar elektrik üretimine engel olmak isteyen ve çıkar çatışması nedeniyle Cove’u saf dışı bırakmayı amaçlayan birileri olabileceği de bir ihtimal. Bunun kim veya kimler olabileceğiyle ilgili bir fikrimiz var mı? Nikola Tesla’nın kaderini hatırlar mıyız?
New York Edison Elektrik Aydınlatma Şirketi (Edison Electric Illumination Company of New York), büyük ölçekli enerji tedariki ağında kömür ve petrole dayalı santraller kullanıyordu ve güneş enerjisi sistemlerinin yaygınlaşması, Edison için açık bir tehdit olarak düşünülebilir. Benzer şekilde, Standart Petrol Şirketi (Standart Oil Company) de Cove’un bu buluşundan muhtemelen rahatsızdı. ABD’nin ulusal düzeyde gazyağı ihtiyacını karşılayan Standart, aynı zamanda elektrik santrallerinde kullanılmak üzere petrol ürünleri de sağlıyordu.
Edison veya Standart’ın Cove’la ilgili şüphe uyandırıcı herhangi bir girişimde bulunduğuna dair bir kanıt yok, yani bunun tamamen spekülasyon olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, ikisinin de çıkarlarını tehdit eden rakiplerine karşı acımasızca davrandığı, bilinen bir gerçek. Örneğin Edison’un, doğru akım (DC) sistemine rakip olan dalgalı akım (AC) teknolojisini kötülemek için halka açık yerlerde sokak köpeklerini kasıtlı olarak elektrik çarptırdığı biliniyor. Ayrıca, yine Edison’un Westinghouse’dan üç adet AC elektrik jeneratörü satın alarak bunları Westinghouse’dan habersiz olarak hapishanelere sattığı ve bu sayede idam cezasının dünyada ilk defa elektrik şokuyla yapıldığı (cinayet nedeniyle tutuklu olan William Kemmler’ın 6 Ağustos 1890’da idamı) da tarihin sayfalarında yazılı. Bu olayla birlikte, dalgalı akım elektrik kamuoyu gözünde ölümle bir tutulmaya başladı.
Bunlarla beraber, Edison’un 1900 ile 1914 yılları arasında elektriği depolayan bataryalar üzerinde epey çalışma yürüttüğü de biliniyor. Fakat bu aküler üzerinde yürüttüğü çalışmaları otomobillerde kullanmak amacıyla yoğunlaştırdığı için, belki de Cove’un makineleri ile kendi bataryalarını birleştirerek evsel kullanıma yönelik bir güneş enerjisi sisteminin getirebileceği ticari başarıyı göz ardı etmiş olabileceği iddia ediliyor.
George Cove’un hayatıyla ilgili fazla bilgimiz yok. Fakat başka icatları da olduğunu biliyoruz. Örneğin, 1909 yılında gel-git hareketleriyle çalışan bir elektrik jeneratörü ürettiğine ve bu buluşu için Kanada hükümetinden madalya aldığına dair kayıtlar bulunuyor.
Cove’un kaderi farklı olsaydı, günümüz güneş enerjisi teknolojisi ve bu teknolojinin dünya çapında etkileri ne olurdu bilmiyoruz. Fakat şu bir gerçek ki, mümkün olduğu kadar hızlı biçimde fosil yakıtlardan uzaklaşarak yenilenebilir yakıtlara geçmediğimiz müddetçe, modern yaşam biçimlerimizin neden olduğu ekolojik ve buna bağlı toplumsal yıkımın da önüne geçmemiz mümkün olmayacak. Ünlü İngiliz ekonomist Jeavons’un ortaya attığı ve Jeavons Paradoksu olarak bilinen gerçek, kullanılabilir enerji miktarını artırmanın ve enerji tedarikini daha verimli hale getirmenin enerji fiyatlarını ucuzlatarak tüketimi de artıracağını ortaya koyuyor. Dolayısıyla her şeyden önce, dünyadaki herkesin ve her canlının yaşam standartlarını dikkate alan, tasarrufa dayalı bir verimliliği ön plana çıkaran geniş ölçekli yaklaşımların tüm toplumlarca kabul edilmesi ve bu doğrultuda kolektif adımlar atılması gerektiği aşikâr.
Yazımızın ikinci bölümünde son yıllarda güneş enerjisine ilişkin yaşanan gelişmeler, genişleyen uygulama alanları, yeni teknolojiler ve biraz da geleceğine dair öngörüler ile potansiyeline değineceğiz. Takip etmeyi unutmayın.
REFERENCES
- 1. https://journals.lib.unb.ca/index.php/MCR/article/view/17744/22231
- 2. https://en.wikipedia.org/wiki/George_Cove
- 3. https://www.ecowatch.com/solar/solar-history
- 4. https://www.researchgate.net/publication/318410023_The_history_of_using_solar_energy
- 5. https://science.nasa.gov/sun/facts/
- 6. https://www1.eere.energy.gov/solar/pdfs/solar_timeline.pdf
- 7. https://www.smithsonianmag.com/sponsored/brief-history-solar-panels-180972006/
- 8. https://www.aps.org/publications/apsnews/200501/history.cfm
- 9. https://www.economist.com/science-and-technology/2018/02/03/a-new-type-of-solar-cell-is-coming-to-market
- 10. https://news.mit.edu/2022/perovskites-solar-cells-explained-0715