
Mikrobiyota Nakli
Dünya üzerindeki bakterilerin ve diğer mikroorganizmaların çok büyük bir kısmını hâlâ tanımıyoruz. Gizemini koruyan bir boyutun dünyasına aitler. Tanıdıklarımızdan da kültüre alarak çoğaltabildiklerimiz hâlâ çok kısıtlı sayıda. Dolayısıyla, bu mikro alemde keşfedilmeyi bekleyen henüz çok şey var. Yakın zaman öncesine kadar, insan vücudunun ne kadar karmaşık bir mikro canlı dünyasına ev sahipliği yaptığı pek bilinmiyordu. İnsan mikrobiyotası adı verilen bu ekosistemle insan sağlığı arasındaki ilişki, yani bazı hastalıkların mikrobiyotadaki dengenin bozulmasıyla ortaya çıktığı fikri, birçok araştırma girişimini ve yeni iddiaları ateşliyor.
İnsan mikrobiyotası, insanların vücudunda yaşayan 10-100 trilyon mikrobik hücreden oluşur (Toplam insan hücre sayısından 10 kat fazla). Kolon, tüm bunların % 70’inin evidir. Geri kalanı da çoğunlukla genito-üriner sistem, solunum sistemi ve derimizde kolonize olur. Bu canlıları, doğumdan itibaren hayatımız boyunca ediniyor ve taşıyoruz. Çoğunluğu bakteriler oluşturmakla birlikte, virüsler, mantarlar ve çeşitli diğer ökaryotik mikroorganizmalar da bu sistemlerde bulunur. Doğum esnasında anneden alınan mikrobiyota, sonra da anne sütünden başlayarak, ömür boyu yediğimiz, içtiğimiz şeyler, maruz kaldığımız dış koşullar, günlük hayatta temas ettiğimiz şeyler, yaşadığımız yer, seyahatlerimiz ve daha birçok etken, bu ortak yaşam formunun niteliğini ve niceliğini devamlı etkiliyor. Bir bilgisayar faresinin üzerindeki mikropların analizi, % 95 isabetle, o farenin kullanıcısını teşhis edebiliyor.
Bu ekosistemin tam olarak ne olduğu ve nasıl çalıştığı, bu terim 2001 yılında Joshua Lederberg tarafından ortaya atıldığından beri bilim insanlarının aklını kurcalıyor. İnsanlardaki mikrobiyota çeşitliliğini çalıştığı bilinen ilk isim ise, salyasındaki ve dışkısındaki mikro yaşamı 1680’lerde karşılaştıran Antonie van Leewenhoek.
Genellikle yanlış olarak eş anlamlı kullanılan mikrobiyota ve mikrobiyom arasındaki farkı da şöyle açıklayalım: mikrobiyota, vücutta yaşayan canlı türlerinin tümüne, mikrobiyom ise, bu mikropların ve genlerinin kataloğuna verilen isimdir.
Yeni çalışmalar büyük bir hızla devam etse de, bazı soruların cevabı henüz çok net değil. Örneğin, bir insanın mikrobiyota çeşitliliği zaman içinde nasıl değişiyor? Vücutta kaç farklı tür mikrop yaşıyor? Vücudun belirli bölgeleri arasındaki çeşitliliği ne sağlıyor? Veya farklı insanlarda bu çeşitlilik farkının nedeni ne? Ve belki de en önemlisi, tüm insanların paylaştığı bir temel tür birlikteliği var mı?
ABD’de 2007-2016 yılları arasında iki fazlı olarak gerçekleştirilen Dünya Mikrobiyom Projesi, mikrobiyomun insan sağlığı ve hastalıklar üzerinden nasıl bir etkisi olduğunu öğrenmek amacıyla, sağlıklı insanların vücudundaki beş farklı bölgenin mikrobiyomunu karakterize etmeyi hedefliyordu. Aslında İnsan Genom Projesi’nin bir uzantısı olan projede, insan vücudundan 2.200’ün üzerinde referans tür sekanslandı.
Fekal mikrobiyota nakli (FMN), veya kabaca dışkı nakli (veya gaita nakli) ise, son yıllarda oldukça ilgi çeken, fakat bir o kadar da şaşırtan ve tiksinti uyandıran bir konu; hem teoride hem pratikte. Kısaca, ve adı üstünde, bir donörden alınan dışkının, içerdiği mikroplar ve diğer her şeyle birlikte, kolonoskopi yoluyla hastanın bağırsaklarına aktarılması işlemidir. Bakteriyoterapi adı da verilir.
Aslında ana fikir, probiyotik uygulamalar ile aynıdır, fakat dışkı naklinde vücuda tek bir bakteri veya birkaç bakteri karışımı değil, hepsi eklenir. Yani bir nevi ekosistem naklidir.
Neden böyle bir tedaviye ihtiyaç duyuluyor?
Clostridium difficile adlı, kısaca C-diff denilen bir bakteri, kronik ishale ve kramplara yol açarak kilo kaybına ve hatta ölüme kadar giden bir bağırsak enfeksiyonuna sebep oluyor. Genelde sık antibiyotik kullanımı nedeniyle görülen ve antibiyotiğe direnç göstermesiyle bilinen C-diff, hem hastalarda hem de doktorlarda çaresizliğe yol açıyor, aylar süren sonuçsuz tedavi süreçleri yaşatıyor. Bu nedenle hastalar, dışkı nakli gibi bir olasılığı öğrenince, işlemin tiksindirici yönüne de pek aldırmıyor. FMT gerçekleştirilen bir C-diff enfeksiyonunda, ishal bir günde kesilebiliyor, bir ay içinde de tamamen yok olabiliyor. Kimilerine göre mucizevi bir tedavi. Çaresiz hastalar, doktorlar ve mucizevi iyileşme ile sonuçlanan sayısız örnek var dünyada. Tam olarak hangi bakteri topluluğunun faydalı olduğunu bilmediğimiz düşünülürse, kayda değer bir gelişme.
Dışkı nakli hakkında bilinen en eski kayıt, Çin’de dördüncü yüzyılda yazılmış bir acil tıp el kitabı. Yöntem, Avrupa’ya daha sonra gelmiş ve 20. yüzyıla kadar da ara ara görülüp kaybolmuş. 1958’de, Ben Eiseman tarafından acil bir müdahalede kullanılmış ve bu sayede C. diff’ten muzdarip dört hastanın hayatını kurtarmış. Bu olaydan bir yıl sonra, vankomisin adlı etkin bir antibiyotiğin piyasaya sürülmesiyle dışkı nakli yeniden gözden düşmüş olsa da, hiçbir zaman tamamen unutulmamış, gözü pek doktorlar ve hastaneler tarafından kullanılmaya ve önerilmeye devam etmiş.
Yöntemin başarısı, 2013 yılında Josbert Keller öncülüğündeki Hollandalı bir ekip tarafından yürütülen bir klinik deneyde dikkat çekti. C-diff enfeksiyonu olan 42 hastaya rastgele vankomisin veya dışkı nakli uygulaması yapıldı ve nakil sonuçları o kadar başarılı oldu ki, araştırma erken bitirildi ve hastane, C-diff hastalarına antibiyotik vermeyi bırakarak tüm hastalara dışkı nakli uyguladı. % 94’lük tedavi oranı, oldukça yüksek bir başarı. Bunun sebeplerinden biri, C-diff’in bağırsaklarda yarattığı yıkım ve geride bıraktığı çorak coğrafya. Nakil ile birlikte gelen mikroplar, fazla rakiple karşılaşmadan, kolayca kolonize oluyorlar.
Bu dönüm noktasından sonra, dışkı naklinin birçok diğer hastalıkla ilişkili bir tedavi yöntemi olup olamayacağı araştırılıyor. Kabızlık, alerjik kolit, obezite, irritabl bağırsak sendromu, MS, astım, otizm ve hatta ruh sağlığı vakalarında bile klinik deneyler gerçekleştiriliyor ve başarılı sonuçlardan bahsediliyor. Bu başarıların gerçek sebebi dışkı nakli mi, yoksa diğer etkenlerin bir araya gelmesi mi, bilinemiyor, dolayısıyla net bir şey söylemek mümkün değil. Mikrobiyal ekosistemi yeniden kurarak tedavinin başarılı olduğu kanıtlanmış tek hastalık, şimdilik C-diff enfeksiyonu.
Konunun bu kadar yaygınlaşması, hatta insanların evlerinde kendi kendilerine nakil uygulayabileceği yöntemlerin internet üzerinde bolca bulunuyor olması, bazı tedirginlikleri de beraberinde getiriyor. Guelph Üniversitesi’nde mikrobiyom araştırmaları yürüten Emma Allen-Vercoe, “Vahşi Batı ortamı”, diyor konuyla ilgili. “Herkes, herkesin dışkısını kullanıyor.”
Öncelikle, herkesten nakil amaçlı dışkı alınamıyor. Vericinin alerji, obezite, otoimmün hastalık gibi mikrobiyomla ilgili sorunu olmaması lazım. Ayrıca, dışkının hepatit, HIV gibi patojenlere karşı taranması gerekiyor. Standardize edilemeyen bir yöntem olduğu için, sağlık örgütlerinin genel kullanıma henüz açmak istemediği, deneysel bir tedavi şekli olarak görülüyor ve C-diff dışında kullanımına kolayca izin verilmiyor. Nakil sonrası ani kilo alımı veya yeni bağırsak sorunları yaşandığı da zaman zaman belirtiliyor.
Esas amaç, ileride bu bakteriyel nüfusu hastaların hap olarak alabileceği hale getirmek. Bilim insanları, hastalığın tedavisi için uygun, laboratuvarda üretilmiş, tanımlanmış bakteriyel karışımlar kullanılması gerektiğinde hemfikir. Yani mikrobiyota nakli, ama dışkı olmadan.
Ancak, dışkı naklinin uzun vadeli yan etkilerinden henüz haberdar değiliz. Teoride bazı kronik hastalıklar, obezite, kolon kanseri, insülin duyarlılığı, ateroskleroz veya çeşitli enfeksiyonlar olası görünüyor. İleri yaştaki hastalar için bu olasılıklardan bazıları önemsiz olsa da, çocuklar ve gençler üzerinde yapılan tedavilerin uzun süreli yan etkileri, bazı araştırmacılara endişe veriyor.
Türkiye’de nakil çalışmalarıyla tanınan ve dünyanın ilk “Multiple Sklerozda (MS) gaita nakli araştırması”na imza atanlardan, Sağlık Bilimleri Üniversitesi Gülhane Tıp Fakültesi’nden gastroenteroloji uzmanı Prof. Dr. Ahmet Uygun da, birçok hastalığa çare olabilecek bir yöntem olarak görüyor FMT’yi. “Gaita naklini tıbbın ve insanlığın geleceğinde kesin olarak birçok hastalıkta önleyici ve tedavi edici bir yöntem olarak görüyorum.”
Araştırmalar ileride ne gösterecek, hep birlikte göreceğiz. Bu sırada, mikrobiyotamızı mümkün olduğu kadar sağlıklı tutmak için bol bol prebiyotik ve yüksek lifli gıdalar tüketmek ve genel olarak dengeli bir beslenme modeline uymak yeterli. Sebzelerden kuşkonmaz, pancar, sarımsak, pırasa, lahana; meyvelerden karpuz, greyfurt, nar, kuru incir ve hurma; tahıllardan arpa, yulaf, kepek ve belki de en önemlisi, bebekken bol bol anne sütü, sağlıklı, çeşitli ve zengin bir mikrobiyota oluşturmak ve devam ettirmek için önemli.
REFERENCES
- 1. https://www.nytimes.com/2019/01/18/well/live/what-is-a-fecal-transplant-and-why-would-i-want-one.html
- 2. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/?term=23323867
- 3. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3426293/
- 4. https://www.the-scientist.com/news-opinion/fecal-transplants-more-successful-from-super-donors-65361
- 5. https://www.the-scientist.com/news-opinion/fecal-transplants-more-successful-from-super-donors-65361
- 6. https://www.monash.edu/medicine/ccs/gastroenterology/prebiotic/faq
- 7. Yong, Ed. (2016), Mikrobiyota, Domingo, İstanbul.