Geçtiğimiz ay Nobel Ödülü sahibi, North Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde biyokimya ve biyofizik profesörü olan Aziz Sancar Koç Üniversitesi’nde son çalışmalarını anlattığı bir seminer verdi. Biz de kendisiyle Nobel’e giden yolda neler yaptığını, önceki çalışmalarını ve bundan sonrasını konuştuk.
KURIOUS: İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından yapılan açıklamada DNA moleküllerindeki hataları onarma mekanizmalarını aydınlatıcı çalışmalarınız nedeniyle ödüle layık görüldüğünüz söylendi. Fakat anladığım kadarıyla sizin çalışmalarınız üç ayaklı, yani bir DNA onarımı var, sirkadiyen saat var, bir de hücre döngüsü kontrolü var. Bunların birbirleriyle alakaları nedir, birindeki bir ilerleme ya da çözülme diğerlerini etkileyecek mi?
Aziz Sancar: İki DNA onarım mekanizması üzerinde çalışıyorum. Biri, morötesi ışınların yol açtığı hasarı onarmak için mavi ışığın kullanıldığı, aynı zamanda çok uzun süredir üzerinde çalıştığım fotoliyaz. İkincisiyse, nükleotid eksizyon (hatalı ya da mutasyona uğramış nükleotidin kesilip atılması) onarımı diye geçiyor; hem insanda hem de bakteride bu enzimin uyguladığı mekanizmayı ortaya çıkardım. Bunların yanı sıra söylediğin gibi, sirkadiyen saat ve DNA hasar kontrol noktaları üzerine de çalışmalarımı sürdürüyorum. Fakat Nobel Ödülü yalnızca nükleotid eksizyon onarımı için verildi; diğer çalışmalarım için değil. Bütün bunlar, yani sirkadiyen saat, hücre döngüsündeki kontrol noktaları ve onarım, hepsi hücre içinde gerçekleşiyor. Hepsi bir şekilde birbiriyle etkileşim halinde, sinyal iletimi yolları ya da ağ arayüzleri üzerinden. Dolayısıyla kontrol noktaları ile saat arasında arayüz olduğunu keşfettik ve saat nükleotid eksizyon onarımını düzenliyor. Bunun sonucunda örneğin, farelerin morötesi ışınlara sabah saatlerinde öğlen sonraya kıyasla daha hassas olduklarını gördük. Özetle söylemek gerekirse, evet bu üç yolak arasında bir bağlantı var.
Şimdi biraz geriye gidelim. 1979’da Journal of Biology’de yayımlanan makalenizde bir buluştan söz ediyorsunuz; sizi genetik mühendisliğinin öncüleri arasına taşıyor. Neydi bu buluş, çalışmalarınızı nasıl etkiledi? Böyle bir buluş sayesinde daha kolay fon bulabildiniz mi, araştırmalarınız daha kolay yürüdü mü?
Maxicell adında bir yöntem geliştirdim. Maxicell klonladığınız hücre kromozumuyla etkileşime geçmenizi sağlıyor.Böylece, hücre yalnızca klonlamış olduğunuz protein üretiyor. Bu da, klonladığınız gen tarafından üretilen proteini saflaştırmayı kolaylaştırıyor. Gen mühendisliğinin ilk zamanlarıydı; insanlar genleri klonluyor ve bunların ifadesini (protein ya da RNA gibi hücre bileşenlerinin üretimi için genlerin taşıdıkları şifreleri kullanıma sunmaları) sağlıyorlardı Örneğin, hepatit B için kullanılan protein,yani hepatit B antijeni: Bu, E.coli içinde ifade edilen rekombinant bir protein olarak üretildiğinde, bu proteinin varlığını belirlemek, ifade edilmiş olduğunu saptamak için benim yöntemimin kullanıldığını düşünüyorum. Anlayacağınız, onarım enzimleri dahil pek çok amaç için kullanılabildiği gibi, klonladığınız herhangi bir geni de saptayabiliyor. Bu nedenle yöntem çok etkili oldu ve moleküler biyoloji ve genetik mühendisliğinin temel yöntemlerinden biri olarak benimsendi. Fakat ilginçtir ki, bu durumun iş bulmama pek yardımı olmadı… Kendi üniversitemde (North Carolina Üniversitesi) bir iş görüşmesine girmiştim, görüşmede bir seminer vermem istendi, “İşte ben de, Maxicell’de kullanılan onarım proteinini buldum…” dedim; hepsinin Maxicell’i bildiğini varsayarak. Fakat işin aslı, başvurduğum bölüm moleküler biyoloji bölümü değil, klasik biyokimya bölümüydü ve Maxicell diye bir şeyin varlığından bile haberleri yoktu. Neticede beni işe aldılar, ama buluşumun bunda hiç etkisi olmadı. Beni almalarının asıl sebebi, gen mühendisliği ve rekombinant DNA teknolojileri alanındaki uzmanlığım oldu. Fakat sanırım “onarım topluluğu” olarak adlandırabileceğim kitle, yöntemin önemini fark etmişti. Ayrıca Nobel Komitesi ödülle ilgili açıklamasında Maxicell’den “çok zarif bir yöntem” olarak söz etti.
Yaklaşık 30 yıldır bir enzim üzerinde çalışıyordunuz. Neden bu kadar önemliydi bu enzim ve sonuç ne oldu?
Aslına bakarsanız 40 yıldır çalışıyorum! Söz konusu olan enzim bir onarım enzimi. DNA onarımı doğası gereği çok ilginçtir ve ben de nasıl çalıştığını bulmak istedim, tek sebebi bu. Ben bu konuda çalışmaya başladığımda, bu enzimin DNA onarımı için ışık kullandığı biliniyordu, fakat bu enzim proteinden yapılmaydı ve proteinler mavi ışığı soğuramaz. İşte karşımızdaki okkalı soru da buydu: Bu protein nasıl oluyor da mavi ışığı soğurabiliyordu? İşin içinde illa ki, mavi ışığı soğuran bir kofaktör (proteinin işlevini görebilmesi için gereken bir kimyasal bileşik) olmalıydı. Peki o zaman, o kofaktör neydi? Proceedings of the National Academy’de yayımlanan yaşam öykümde yazdığına bakarsanız, bu enzimi tanımlayabilmek için sağ kolumu vermeye hazırmışım. Enzim aslında 1958’de keşfedildi, ben konuyla ilgilenmeye başladığımda yıl 1974’tü ve 16 yıldır kimse cevabın yakınlarına bile yanaşamamıştı. Ben de herkes gibi enzimi yalıtmaya çalışıyordum. Bazen motivasyonum kırılıyor ve kendimi nafile bir uğraş içindeymişim gibi hissediyordum. Ama sonunda başardım, hem de bir değil iki kofaktör tanımladım: folik asit ve flavin. Çok heyecan vericiydi; fizikten kimyaya, kimyadan biyolojiye her alanı kapsıyordu. Bu arada son makalemi bir fizikçiyle birlikte yazdım. İki karbon atomu arasındaki (güçlü) bağın kırılması üzerine denebilir. Bu bir bilim insanı için en üst noktalardan biridir. Ve tabii neden bu konuda çalışmak istediğimin de açıklaması olabilir. İnsanlarda bu enzim yok, dolayısıyla keşfin insanlara doğrudan bir faydası olmayabilir. Ama tüm biyosfer için faydalı. Bu nedenle, nasıl çalıştığını çözmek istedim.
DNA onarımıyla ilgili çalışmalarınızı özellikle yönelttiğiniz bir kanser türü var mı? İlaç araştırmalarıyla ilgili bir çalışma, girişim başlatıldı mı?
Kanser tedavisiyle ilişkilendirebileceğimiz iki çalışmamız var. Bunlardan biri sirkadiyen saat aracılığıyla DNA onarımının düzenlenmesi; kanser ilaçlarının kullanım saatlerinin ayarlanmasında sirkadiyen saat kullanımı. Bu konudaki çalışmalarımız, sirkadiyen saatin farelerde DNA onarımını düzenlediğini gösterdi, şimdi insanlarda bunu kanıtlamaya çalışıyoruz. Ve aynı olgunun insanlar için de geçerliliğini gösterdiğimizde bunu kanser tedavisinde kullanmaya çalışabiliriz. Diğer çalışma ise, DNA hasarının ve onarımının ayrıntılı işleyiş resimlerini çıkarmak için yeni geliştirdiğimiz bir yöntem; çok yüksek bir potansiyele sahip bu çalışma. Bunu, normal ve kanserli hücrelerde hasar ve onarım yolları arasındaki benzerlikleri ve farkları görebilmek için uygulayıp uygulayamayacağımızı bulmaya çalışıyoruz.
Peki bu sirkadiyen saat çalışmalarında tam olarak neyi hedefliyorsunuz?
İki şey… İlki sirkadiyen saat mekanizması. Dört genin sirkadiyen saati kontrol ettiği biliniyor, ki bu dört genden birini keşfeden de biziz.
Şimdi mekanizmayı biliyoruz ve artık uygulamaları araştıryoruz. Birçok bilim insanı, Halil Bey (Kavaklı) de dahil, bunu arıyor; diyabet ve diğer hastalıklar üzerindeki etkisi, tedavileri vb. Biyokimyacılar olarak biz henüz mekanizmanın yeterince anlaşılmadığını düşünüyoruz ve diğer laboratuvarlardan farklı olarak saatin biyokimyasına odaklanmış durumdayız. Bu proteinleri yalıtıp saflaştırdık, etkileşimlerine bakıyoruz, nasıl çalıştıklarını şimdi mekanik düzeyde anlamaya çalışıyoruz. Bu işin bir tarafı. Diğer tarafı da söylediğim gibi, saatin kanser tedavisinde kullanılıp kullanılamayacağının araştırılması.
Biraz da okuyucularımızın merak edeceği daha genel şeyler… Futbolcu olmak istiyormuşsunuz. Hiç aklınıza geliyor mu, o seçmelere katılsaydım, milli takıma seçilseydim şimdi ne olurdu diye? Bilim sizi çağırır mıydı yine?
Bilmem
"Ah keşke…" dediğiniz oluyor mu?
Benim boyum bu kadar; daha uzun olamazdım… E bu boyla da iyi kaleci olamayacağımı biliyordum. O bakımdan, hayıflanmıyorum! Milli kaleci olamazdım bu boyla!
Son bir soru, bunu da herkes çok merak ediyor… İleride Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz, burada belki başka bir üniversitede ya da başka bir kurumda çalışmak ister misiniz?
Üç yıl önce Koç Üniversitesi’nden bir teklif almıştım. Eşim Türkiye’ye gelmeyi çok istedi. Gwen (Sancar) Türkiye’yi çok seviyor zaten. Hemen Koç Üniversitesi’nin fotoğraflarına bakmaya başladı. Her şeyden ziyade perdelere bakıyordu, niye bilmiyorum, perde seçmeye başlamıştı! Buraya gelmeyi gerçekten istiyordu ama karakterim icabı ben eğer bir işe kalkışmışsam hep en iyilerle rekabet etmek isterim. Eğer buraya gelseydim ABD’deki ve Avrupa’daki meslektaşlarımla yarışamazdım.. Gerçekten tek sebep buydu ben de bunu Umran (İnan) Hoca’ya söyledim. Ama şimdi birçok insan “Nobel’i de aldığına göre yapmak istediğin daha ne kalmış olabilir, gel ülkene yardım et!” diyor. Adımı iki enstitüye verdiler; biri Ankara’da diğeri İstanbul’da. Bu sebeple yönetimlerinde olduğum için insanlarla etkileşim içinde olmam bekleniyor. Bunları oturup düşünmem lazım tabii. Ama ABD’deki işi bırakıp buraya gelmem mümkün değil… Halil (Kavaklı) Hoca’ya da söyledim; hazır duruma gelmek, tüm donanımıyla bir laboratuvar kurmak ve işler hale getirmek en az 10 yıl alır. 10 yıl sonra 80 yaşımda olacağım. 80’ininden sonra insan çok iyi bilim yapamaz. Tek sebep bu!