Kimsenin Cesaret Edemediği Sorularla Yeni Bir Tarih Yazmak
Koç Üniversitesi, bilimin gelişmesini teşvik etmek amacıyla Türkiye’nin yetiştirdiği yurt içinde veya dışında evrensel bilgi birikimine katkıda bulunan başarılı ve öncü bilim insanlarını ödüllendirmek üzere, “Koç Üniversitesi Rahmi M. Koç Bilim Madalyası” programını başlattı. Bu yıl sekizincisi verilen ödül, “İdari, Sosyal, İnsani Bilimler ve Hukuk” alanında tüm dünyada ses getiren çalışmaları ile Cambridge Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü ve Emmanuel College’da siyaset bilimi araştırmacısı olarak görev yapan Prof. Dr. Ayşe Zarakol’un oldu.
Biz de Ayşe Zarakol ile bu özel ödülü kazanmasında önemli rol oynayan araştırmalarını, yürüttüğü çalışmaları ve geleceğe ilişkin planlarını konuştuk.
KURIOUS: Kitaplarınızda sunduğunuz ve araştırmalarınıza konu olan tarihsel perspektif uluslararası ilişkiler tarihine farklı bir noktadan ışık tutuyor. Bu yeni yaklaşımla neyi amaçlıyorsunuz? Sizce anlatılacak/yazılacak uluslararası ilişkiler tarihi bundan nasıl etkilenecek?
Ayşe Zarakol: Uluslararası ilişkiler tarihi, aslında bu bugüne odaklanan, şu anda dünyada neler olup bittiğini anlamaya çalışan bir alan. Ancak bunu kestirmek ya da tahmin etmek için tarihe bakmak gerekiyor. Büyük güçlerin geçmişte nasıl davrandığını, ülkelerin motivasyonlarını inceleyerek, çıkarımlar yaparak bu bilgileri bugüne uygulayan bir bilim dalı diyebiliriz. Ancak uluslararası ilişkiler disiplininin kullandığı tarih sadece sınırlı bir batı tarihi. Benim yapmaya çalıştığım şey ise, bu batı tarihinin dışına çıkarak uluslararası ilişkiler tarihi anlayışını genişletmek, böylece daha sağlıklı teoriler üretebilmek.
KURIOUS: İlk kitabınız Yenilgiden Sonra Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi’de Türkiye, Japonya ve Rusya’nın Batı ile ilişkilerini karşılaştırmalı olarak inceleniyorsunuz; bu ülkelerin uluslararası sisteme entegrasyonunu el alıyorsunuz. Neden bu üç ülkeyi seçtiniz?
Ayşe Zarakol: Başlangıç noktam Türkiye oldu, çünkü Türkiye’yi iyi biliyordum ve yapmak istediğim şey uluslararası ilişkiler teorilerini sorgulamaktı. Sadece ülkelerin maddi durumu ya da askeri gücü değil, aynı zamanda kimlik sorunlarının da önemli olduğunu düşündüm. Bu unsurların da dış politikaya ve iç politikaya etkileri var ve bunu tarihsel bir çerçevede anlatmak istedim. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil; bunun genellenebilir bir durum olduğunu göstermek istedim. Bu nedenle de bazı açılardan Türkiye’ye benzediğini düşündüğüm Japonya ve Rusya’yı seçtim. Üç ülke arasındaki benzerlik 18. ve 19. yüzyılda başlayan batı merkezli düzenin başta dışında olmalarıydı. Bir taraftan bu düzene katılmak isteyen ama bir taraftan da bundan pek hazzetmeyen hatta ara sıra kafa tutmuş olmalarıydı. Üçünün de yenilgileri var: Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı, Japonya’nın II: Dünya Savaşı yenilgileri ve Rusya’nın da Soğuk Savaş’tan yenik çıkması. Bu üç ülkenin yaşadığı yenilgilerin ardından nasıl bir tepki verdiklerini karşılaştırmak, uluslararası ilişkilerdeki ortak dinamikleri ortaya koymama yardımcı oldu. Burada kullandığım teori sosyolojide Erving Goffman’a ait “lekelenme” teorisi. Konumuzla bağlantısını şöyle kurabiliriz: Batı merkezli düzenden bahsederken kurallarını, normlarını Avrupa’nın koyduğu bir düzenden bahsediyoruz. Bu durumda da maddi olarak güçlü olsanız bile “onlara tam benzemediğiniz” için bir eksik hissetme durumu doğuyor ve buna lekelenme deniyor sosyolojide. Bu üç ülkede ve aslında başka ülkelerde de var olan bu sosyolojik dinamik, ülkelerin siyasi tercihlerini de etkiliyor.
Avrupa merkezli uluslararası düzende saygı ve eşit muamele görebilmek için o lekeyi atabilme çabası ile hem iç hem de dış siyasete ilişkin bazı hamleler yapılıyor. Türkiye’nin erken Cumhuriyet dönemi modernleşme süreci, Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrasında ekonomik “mucize” haline gelme çabası ya da Soğuk Savaş sonrasında Rusya’nın kabul görme çabaları hep bu lekeyi atma isteğinden kaynak alıyor.
KURIOUS: Before the West: the Rise and Fall of Eastern World Orders (Batı Öncesi: Doğu Dünya Düzeninin Yükselişi ve Çöküşü) adlı ikinci kitabınızda modern uluslararası ilişkiler tarihinin başlangıcını tartışıyorsunuz. Öncelikle, modern uluslararası ilişkilerle kastedilen tam olarak nedir ve Vestfalya Antlaşması (Barışı) öncesi uluslararası ilişkilerden neden söz edilmiyor?
Ayşe Zarakol: Evet, dünya genelinde böyle bir klasik uluslararası ilişkiler tarihi anlatımı var. Modern uluslararası düzenin genellikle 30 Yıl Savaşları’ndan sonraki Vestfalya Barışı ile başladığı ve önce Avrupa devletleri arasında benimsendiği, daha sonra dünyaya yayıldığı şeklinde indirgemeci bir anlatım içeriyor. Ancak bu yaklaşımda Batı’nın dışına ve daha önceki dönemlere bakılmıyor, bu yüzden de sanki daha önce uluslararası ilişkiler yokmuş gibi bir sanrı oluşturuluyor. Ben bu hikâyeyi anlatmak istemiyordum. Bu nedenle, bu dönem öncesinde uluslararası ilişkiler tarihini inceleyerek, dünya düzeninin evrimini daha geniş bir çerçevede anlatmak istedim.
KURIOUS: Yani, bunun modern uluslararası ilişkilerin sadece bir evresi olduğunu ve tarihin daha önceki dönemlerinde de uluslararası ilişkilerin var olduğunu vurguluyorsunuz.
Ayşe Zarakol: Evet, tam olarak modern uluslararası ilişkilerin daha önceki dönemlerde de benzer dinamiklere sahip olduğunu ve bu dönem öncesi ilişkilerin modern dünya düzenini etkilediğini düşünüyorum.
KURIOUS: Peki Asya merkezli bir uluslararası ilişkiler tarihi yazılamaz mı? Siz kitabınızda bunu tartışıyorsunuz değil mi?
Ayşe Zarakol: Avrupa tarihine benzer şekilde Asya’nın ve Avrasya’nın da genel bir tarihi olduğunu düşünüyorum. Ancak, genellikle herkes sadece kendi ulus devletinin öncüsü olarak gördüğü kısmın tarihini biliyor. Oysa, Avrupa’nın genel bir tarihi varsa, Asya ve Avrasya’nın da genel bir tarihi ve devletlerin birbirleriyle ilişkileri var. İlişkiler her zaman Avrupa üzerinden yürümüyordu, ancak 19. Yüzyıl Batı merkezli düzenin çıkmasından sonra herkesin uluslararası düzenle ilişkisi Batı üzerinden yürütülmeye bvaşlandı. O nedenle de Avrupalılar gelmeden önce bu devletlerin birbirleriyle ilişkileri nasıldı görmek istedim. Moğol İmparatorluğu ile başlayarak, Asya’nın genel tarihini ve bu bölgedeki devletlerin birbiriyle olan ilişkilerini anlatmaya çalıştım. Moğol istilalarından sonra Doğu Avrupa’dan Büyük Okyanus’a kadar neredeyse tüm Asya’yı kaplayan büyük bir imparatorluk kuruluyor. Bu sayede bütün kıta yollarla, bürokratlarla birbirine bağlanıyor; birçok insan oradan oraya yer değiştiriyor. Örneğin, Çinli sanatçıların Orta Asya’ya getirilmesiyle İslam sanatında Çin etkisi görülüyor ya da bu devletler arasındaki bilimsel alışveriş gerçekleşiyor, hatta aynı kanunların birçok yerde uygulanması gibi maddi etkileri oluyor. Ayrıca Pax Mongolica yani Moğol Barışı adı verilen dönemde bölgede sağlanan güvenlik sayesinde ticari, kültürel ve sosyal ilişkilerde artış yaşanıyor.
Benim için önemli olan Asya ve Avrasya halklarının tarihinde bir ortak nokta olması ve Moğol hanlıklarının çökmesinden sonra aynı gelenekleri ve devlet anlayışını devam ettiren devletlerin olması. Nasıl ki, günümüzde İngiliz İmparatorluğu’nun kolonisi olan devletler her ne kadar reddetseler de, bazı pratiklerini ve davranışlarını devam ettiriyorlarsa aynı şekilde örneğin Çin’de, Moğol Yuan Haneda’nından sonra gelen ve Moğol olmayan Ming Hanedanı daha önce gördükleri ve bildikleri şekilde Moğollar gibi davranıyor önceleri. Cengizci devlet modeli ve onun dünya düzeninden başlayıp aslında sadece bir bölge ve dönemi değil, bütün Asya’yı ve ortak bir tarihi anlatıyorum.
KURIOUS: 17. yüzyıl krizi nedir? Böyle bir krizin yeniden yaşanması olası mı? Bu durum radikal dünya düzeninde nasıl değişikliklere yol açabilir?
Ayşe Zarakol: 17. yüzyıl krizi, iklim değişikliklerinin etkisiyle ortaya çıkan ve dünya genelinde siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunlara neden olan bir dönemi ifade eder. Bu dönemde, Küçük Buzul Çağı adı verilen iklim değişikliği, tarım, nüfus ve ekonomiyi olumsuz yönde etkileyerek büyük zorluklara yol açtı. Neredeyse 100 yıl süren bu düzensiz dönemin ardından dünya düzeninin ekseni doğudan batıya kaydı. Aslında 17. yüzyılın çok karmaşık olduğu tarihçilerin bildiği bir şey elbette; Avrupa’da 30 yıl savaşları, İngiltere’de iç savaş, Osmanlı’da Celali isyanları, Çin’de hanedan değişimi ve büyük isyanlar, Rusya’da yine “zorluk zamanı” dedikleri ve uzun süre başsız kaldıkları bir dönem yaşanıyor. Eskiden tarihçiler “Neden bunlar olmuştu?” diye düşünüp bunlara çeşitli siyasi ve ekonomik açıklamalar getirmeye çalışıyordu. Belki şu dönemde biz de bir iklim krizi yaşadığımız için algılar da o yönde hassaslaştı.
O dönemde yaşanan iklim değişikliği nedeniyle kuzey yarımkürenin o zamana kadar olduğundan 2-3 °C daha soğuk olması öncelikle tarımda büyük kayıplara, ona bağlı olarak nüfusta büyük çökmeye neden olmuş. Örneğin, Osmanlı’da o dönemde Anadolu’da her üç köyden biri yok olmuş. Bununla birlikte gelen salgın hastalıklar, kıtlıkla birlikte gelen isyanlar… Benzer şekilde Asya’dan kara yolu üzerinden yapılan ticaretin sekteye uğraması, daha riskli olmasına rağmen Avrupa’ya gemi ticareti açısından avantaj kazandıran bir durum yaratmış.
Bu, başka tarihçilere olduğu gibi bana da 21. yüzyıl çağırışımı yapan bir dönem. 17. yüzyıl krizi, bugünkü iklim değişikliği ve günümüz belirsizlikleriyle karşılaştırılarak ele alındığında, benzer etkilerin olası olduğu görülebilir. Bu durum, savaşlar, isyanlar, ekonomik çalkantılar ve siyasi değişikliklere neden olabilir. Bir de ek olarak 17. yüzyılda özellikle Avrupa’da Aydınlanma Dönemi başlangıcıyla birlikte modern düşünce ve teknolojik değişiklikler görülüyor. Şimdi de önünü göremediğimiz teknolojik değişimlerle karşı karşıyayız. Bunların hepsini bir araya getirdiğimizde 21. yüzyıl sanki 17. yüzyıla benziyormuş gibi görünüyor. Uzun düzensizlik dönemi de yeni kazananlar yaratıyor; örneğin, 17 yüzyıl Batı’nın işine yaramış, belki şimdiki kriz dönemi de Doğu’nun işine yarayabilir. Ama yine de tam olarak öngörülemeyen bir durum, çünkü oyunun kurallarını yavaş yavaş değiştirilmediğinden, bu kuralsız dönemden kimin iyi durumda çıkacağını öngörmek biraz zor.
Bu da, radikal bir dünya düzeni oluşturabilir ve küresel ilişkileri derinden etkileyebilir.
KURIOUS: Koç Üniversitesi Rahmi M. Koç Bilim Madalyası’nı aldınız. Ödül almak elbette onur verici, çok prestijli bir şey ama bunun dışında da katkıları oluyordur değil mi araştırmacılara?
Ayşe Zarakol: Ödüller elbette kişisel bir onur kaynağı, ancak benim için daha önemlisi bu ödüllerin, yapılan bilimsel çalışmalara ve genç bilim insanlarına ilham verme potansiyeli. Ben açıkçası alışılagelmişin dışında konularda çalıştığım için başlarda zorlandım, ilk yayınlarımı bile biraz geç yapabildim; sonradan çok atıf alan ilk makalemi gönderdiğimde değerlendirecek jüri bulunamamıştı. Söylemek istediğim, biraz farklı şeyler yaptığınızda o yolu açmanın zor olduğu. Ama yaptığım iş ödüller aldıkça, hem “iyi ki vazgeçmemişim” diyorum hem de benim arkamdan gelen gençleri değişik bir şeyler yapma konusunda cesaretlendiriyordur diye düşünüyorum. Ödüller, bilim dünyasında farklı ve yenilikçi çalışmalar yapan insanların çalışmalarını tanıma ve destekleme amacını taşır. Bu, genç bilim insanları için bir örnek olabilir ve cesaretlerini artırabilir. Ayrıca, ödüllerin, yapılan araştırmalara ve bilime daha fazla kaynak sağlama potansiyeli de var elbette, bu da gelecekte daha önemli çalışmaların yapılmasına olanak tanır.
KURIOUS: Sizce genç bilim insanlarının öncelikli ihtiyaçları nelerdir ve bu alanda atılması gereken adımlar neler olabilir?
Ayşe Zarakol: Türkiye’de çok parlak genç bilim insanları olduğunu geçtiğimiz eylülde Koç Üniversitesi’nde katıldığım bir workshop’ta gözlemleme fırsatım oldu. Bu gençlerin bana göre en büyük ihtiyaçlarından biri dünya ile bağlantı. Fakat hem dünyanın hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi koşullar nedeniyle yurt dışı ile bağlantıları sürdürmek ne yazık ki zor. Bununla birlikte akademi ve akademik çalışmalar o bağlantılardan çok beslenir. Bu nedenle genç akademisyenlere o bağlantıları kurmaları için hem maddi hem manevi destek sağlanması çok önemli.