
Devlerin Üzerinde: Ekrem Akurgal
1934 tarihinde soyadı kanunu çıkarıldığında A (Su) – Kur (Ülke) – Gal (Büyük) soyadını almayı uygun gören genç bir öğrenci, bu kararıyla gelecekte ilerleyeceği rotayı çizmiş oluyordu. Bu öğrencinin ilgi alanı, Likyalılardan Hititlere, Friglerden Urartulara dek tüm Anadolu Medeniyetlerini kapsayacak, Anadolu’nun geçmişinin anlaşılmasında mihenk taşlarından biri olacaktı. Sümerce “Büyük Su Ülkesi” anlamına gelen soyadını hayatı boyunca onurla taşıyan Ekrem Akurgal, 3 tarafı denizlerle çevrili ülkemizin geçmişini gün yüzüne çıkarmakla kalmamış ayrıca Türk gençlerine gelecekte rehber edinecekleri önemli bir vizyon bırakmıştır. Hayat hikayesinin hem ilham verici yönü hem de cumhuriyetimizin 100.yılına vereceği mesajlar dolayısıyla bir kez daha hatırlatılmasında büyük yarar var.
2022 yılına veda ederken bu topraklarda yaşayan her birey, cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılına giriyor olmanın haklı heyecanı içerisindeydi. 100 yıllık koca bir çınarın “dalya” diyeceği 29 Ekim 2023 tarihini iple çekiyorduk. Ancak 6 Şubat’ta meydana gelen Kahramanmaraş merkezli 7.7 ve 7.6’lık iki yıkıcı deprem tüm ulusu derin bir hüzne sürükleyip yüzüncü yıla dair ümitlerimizi kursağımızda bıraktı desek yeridir. 100. yılımız, hayal ettiğimiz renkli görüntülerin aksine aklımızda yıkılmış gri binalar ve enkaz altındaki zifiri karanlık hatıralarla yer etti.
Oysa bundan tam 100 yüz yıl önce Mustafa Kemal Atatürk ve kurucu arkadaşları, savaşlar, yoksulluk ve salgın hastalıklarla boğuşan, tabiri caizse, enkaz halindeki bir ülkeyi devralmış ve bu enkazdan her bir yurttaşın gururla sahipleneceği, aidiyet duyacağı onurlu bir ulus inşa etme idealini önümüze sermişti. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturuyla çıkılan yolda “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denir.” sözüyle bu topraklar üzerinde yaşayan herkesi kucaklayan yeni bir ulus tanımı yapılmıştı.
Yurt içinde yeni cumhuriyetin ideolojik temellerini inşa etme, yurt dışındaysa bu yeni ulusun itibarının güçlendirme maksadıyla Türklerin ve Anadolu’nun tarihi ve arkeolojisine yönelik ilgi artmış, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin köklü bir tarihe sahip olduğunu kanıtlamak ve bu iddiayı bizzat Türk gençleri aracılığıyla açığa çıkarmak ana misyon haline gelmişti. Dünya çapında saygı gören bir ulus olmanın yolunun bilim ve sanattan geçtiğini idrak eden genç cumhuriyet, bu yolda pek çok genci yurt dışında eğitim görmesi için teşvik etmiş, aralarında ilk kadın arkeoloğumuz Jale İnan’dan, müzisyen Ahmed Adnan Saygun’a, matematikçi Cahit Arf’tan edebiyatımızın önde gelen simalarından Sabahattin Ali’ye dek pek çok gence burs imkânı vererek gençleriyle yükselen yeni bir ülke yaratmak istemiştir. Bu yazının konusu olan Türk arkeolojisinin medar-ı iftiharı Ekrem Akurgal da cumhuriyetin imkanlarından yararlanmış ve yaşamı boyunca minneti her fırsatta dile getirmiştir. Sadece Türk arkeolojisine değil 20. Yüzyıl dünya arkeolojisine adını altın harflerle yazdırmış değerli arkeoloğumuzun dünyada geldiği saygın noktanın gerisinde kurucu kadronun ülkeyi bilim yoluyla ayağa kaldırma hedefinin gölgeleri görülmektedir.
Nasıl ki yaptığı kazılarla ve açtığı arkeoloji müzesi ile Osman Hamdi Bey’in adı geç Osmanlı arkeolojisi için altın değerindeyse, modern Türkiye arkeolojisi için de Ekrem Akurgal ismi benzer bir öneme sahiptir. 19.yüzyıla gelinceye dek Anadolu coğrafyasının sayısız tarihi eser kaçakçılığına ve yoğun bir tahribata maruz kaldığını gözlemleyen Osman Hamdi Bey, önce kolları sıvayarak Osmanlı imparatorluğu dahilindeki bölgelerde tarihi bölgelerin kazılarını bizzat üstlenmiş, Türklerin de bilime katkı sunabileceğini, Avrupalılar gibi tarih eserleri çıkarıp koruyabileceğini kanıtlamak istemiştir. Geçmişi gün yüzüne çıkarmaktan öte sergilemenin de bir o kadar önemli olduğunun farkında olan Osman Hamdi, kurduğu İstanbul Arkeoloji Müzesiyle Türkiye arkeolojisinin ilk adımlarına öncülük etmiştir.
Elbette bir arkeoloji müzesinde sergilenecek eserleri toprak altından çıkaracak kişilere ihtiyaç vardı ve bu kişilerin bizzat bu topraklarda doğan insanlar olması bir itibar meselesiydi. Osman Hamdi Bey’in tüm uğraş ve çabaları, Ekrem Akurgal ve onun kuşağı genç arkeologlarla meyvesini verecektir.
Arkeoloji Merakının Doğuşu

Akurgal’ın Akurgal olmasında genç cumhuriyetin bilim adına attığı hummalı çalışmaların tesiri büyüktür. Zira onun doğduğu yıllar hem manevi hem maddi yönden onu destekleyebilecek pek çok teşvike sahipti. Arkeoloji ve tarihe duyduğu tutkulu merakın arkasında Akurgal’ın gençliğinde yavaş yavaş şekillenmeye başlayan Türk Tarih Tezinin önemi yadsınamaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün önayak olduğu ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini oryantalist bakış açısından kurtarmak amacıyla oluşturulmuş tarih tezlerini okudukça, daha önemlisi arkasındaki vizyonu gördükçe Ekrem Akurgal’ın iştahı kabarıyordu. Okuduklarından ilhamla geleceğini bu alanda tayin etmeye karar vermişti Akurgal.
Cumhuriyet, ona bir vizyon aşılamakla kalmamış merakının peşinden koşmasına da büyük destek vermiştir. Akurgal’ın hayatındaki dönüm noktası hiç şüphesiz o dönemde hükümet eliyle desteklenen yurtdışına öğrenci gönderimi politikası sayesinde olmuştur. Akurgal, arkeoloji ve tarih alanlarında sınavlara girer. Asıl önceliği tarihtir ama sınırlı sayıdaki kontenjan nedeniyle kafilede kendine yer bulamaz. Tam ümitsizliğe kapılacakken müjdeli bir haber gelir: Arkeoloji eğitimi almak üzere yurtdışındaki prestijli üniversitelere gönderilecek 6 kişinin arasında kendi ismi de bulunmaktadır.

Gerek kişisel merakı gerekse de ülkesinin kendine verdiği büyük desteğin sorumluluk bilinciyle elinden gelenin en iyisini yapmak için çabalar. 1933’ten 1941’e dek değerli arkeolog Gerhard Rodenwaldt’tan eğitim alma şansına sahip olur. Berlin Üniversitesi’nde geçirdiği 8 yıl boyunca disiplinlerarası bir öğrenim görür. Yunan ve Roma arkeolojisi, İslam ve Türk sanatı, klasik filoloji, felsefe tarihi gibi birbirlerinden ayrı ancak birbirlerini tamamlayan dersler görür. Bu durum, entelektüel kişiliğinin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur.
Eğitimi soyut ve kavramsal olmanın ötesindedir. Almanya’da alanın önde gelen arkeologları ile kazılara katılma ve pratik yapma şansı da bulur. Orada öğreneceği teknikler ve kazı yöntemleri sadece kendisi için değil yetiştireceği kendi öğrencileri için de takip edilecek rehber konumunda olacaktır. Zira bilim ve tekniği bir hayli geriden takip etmek zorunda kalan Türk ulusunun elindeki tek çare, gönderdiği öğrencilerin yurda dönmesiyle gelişmiş ülkelerdeki ilim ve fenni yurda taşımaktır.
Bilimin Yeni Vatanı: Türkiye
Uygar bir gelecek adına, yurtdışına gönderdiği öğrencilere bel bağlayan Türkiye, o yıllarda hiç beklenmedik birtakım gelişmelere tanık olacaktır. Ekrem Akurgal Almanya’da dönemin çok ötesinde, üst düzey bir eğitim alıyorken madalyonun bir de öteki yüzü vardır: Almanya’daki meslektaşları için durum oldukça vahimdir. Akurgal Almanya’ya 1933 yılında ilk kez adım attığında, aynı ülke pek çok üst düzey akademisyenin son günlerini yaşadığı bir ülke haline gelmişti. İktidara gelen Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi, Yahudi, komünist, eşcinsel ve muhalif akademisyenlerin yaşamasına katiyen müsamaha edilmeyen karanlık bir rejim inşa etme yolundaydı. İdeoloji ile ters düşen kişileri fişlemek yahut eserlerini ateşe vermek gündelik hayatın bir parçası haline gelmişti neredeyse.
Zorlu koşullar nedeniyle, işlerini yapmak isteyen birçok akademisyen için siyasal kargaşanın uzağında bir başka ülkeye göç etmek haricinde bir alternatif kalmamıştı. Amerika Birleşik Devletleri, İsviçre ve İngiltere gibi onlara özgür bir ortam sağlayacak gelişmiş ülkelere akın akın göç etmeye başladılar. Henüz tam olarak modern üniversite sistemini bile yerli yerine oturtamamış, nitelikli öğrencilerini yurtdışına göndermekten başka çaresi bulunmayan üstelik muasır medeniyetlerin gerisinde kalmış bir ülke de, sürpriz bir şekilde bu bilim insanlarının göç rotasına girecektir. Mesleklerini layığıyla icra edecekleri yeni bir ülke arayışında olan bilim insanları başbakan İsmet İnönü’ye alanında uzman 40 akademisyenin Türkiye’ye göç etme niyetinde olduğunu müjdeler. Mektup, Albert Einstein tarafından kaleme alınmıştır.

Bahsi geçen bilim insanlarının Türkçe bilmemeleri, yüksek maaş beklentileri ve dönemin siyasi gelişmeleri ilk etapta hükümetin kafasını karıştırır. Dış politikada ülkeyi zora sokacak bir gelişmeden itinayla kaçınılması düşüncesi hakimdir. Oysa Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirleri çok farklıdır. Büyük önder, eğitimde beklediği fırsatın ayağına geldiğini sezinlemiştir bile.
Ekrem Akurgal, Berlin’e giden kırmızı bir trene binip İstanbul garından memleketine el sallarken 1933 yılı Türkiye’de üniversite reformlarının birbiri ardına yaşandığı bir yıl olacaktır. Darülfünun’un yerine modern İstanbul Üniversitesi kurulur. Atatürk’ün vizyonu, köhnemiş eğitim kurumlarını yerinden kaldırıp dönemin şartları gereğince modern, çağdaş eğitim kurumlarının önünü açmaktır. Bu amaç doğrultusunda açtığı yolun yurtdışında nitelikli eğitim görüp Türkiye’ye dönen genç kuşakla taçlandırılmasını öngörmekteydi. Ancak Almanya’dan gelen mektupla birlikte bu işi çok daha çabuk bir şekilde gerçekleştirebileceğini, zor durumda olan bilim insanlarının gelmesiyle Türkiye’de gerekli üniversite reformunun hızlıca gerçekleştirebileceğini öngörmüştür. Üstün gayretlerle 40 bilim insanı ve daha nicesi Türkiye’ye davet edilir. Aralarında mimar, hukukçu, arkeolog ve hekim olan saygıdeğer insanları taşıyan kafileler için İstanbul ve modern devletin başkenti Ankara, yeni vatan olacaktır.
O günlerde başlayan ve günümüze dek taşınan ilginç bir adet vardır. 4 yılda bir düzenlenen olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapacak ülkelere Olimpos dağından getirilen ateş taşınır ve olimpiyatlara ev sahipliği yapacak ülkede yakılır. Atatürk’ün ve kurucuların vizyonu yurtdışına gönderdiği öğrencilerle, bilim ateşini bu ülkeye taşımakken, hesapta olmayan gelişmeler sonucunda bilim ateşini taşıma görevi Almanya’dan gelen nitelikli bilim insanlarına düşecektir ki, bu hem yurt içindeki hem de yurtdışına gönderilmiş Türk öğrenciler için altın niteliğindedir. Böylece imkânı olan öğrenciler dünyanın gelişmiş ülkelerindeki kalifiye akademisyenlerden ders alırken, bu şansa sahip olmayan öğrencilerinse, tabiri caizse, nitelikli akademisyenler ayağına gelmiştir. Yabancı bilim insanları ve yerli öğrencilerin el ele kuracağı yeni ve modern üniversiteler, yurtdışındaki öğrencilerin de dönmesiyle bilim ve felsefenin doğduğu topraklarda bilginin ateşini yeniden harlayacaktır.
Ekrem Akurgal’ı taşıyan tren 8 yıl sonra, 1941’de yeniden İstanbul garına yanaştığında ülkenin çehresi baştan aşağı değişmiştir. Halihazırda uzun yıllar konakladığı Almanya’da tanık olduğu 2.Dünya Savaşı’nın etkileri, savaşa dahil olmamasına rağmen Türkiye’yi de sarsmıştır. Geçim sıkıntısı baş göstermiş, Türkiye iki kutbun kıskacı arasında sıkışıp kalmıştır. O dönem uygulamaya konan “karartma geceleri” dönemin ne kadar çetin geçtiğini ilk elden göstermektedir. Dışarıdan gelecek olası bir hava saldırısından çekinen hükümet, aldığı bir kararla geceleri elektrik ve ışık kullanımını yasaklar. Ülke, karanlıklar altında kalır.
8 yıl önce büyük ümitlerle ayrıldığı Türkiye’nin ve dünyanın geldiği akıl almaz nokta Ekrem Akurgal’ı büyük bir hayal kırıklığına uğratır. Umduğu, döndüğünde görmek istediği manzara bu değildir. Ancak kafasındaki kara bulutlar, yeni üniversitelerin kampüsünde gezinirken birer birer dağılacaktır. Karartma gecelerinin uygulandığı, yoksulluğun kol gezdiği bir ülkede hiç umulmayan olmuş, ülke bilimde eşi benzeri görülmemiş bir atılıma imza atmıştır. Geceleri dışarıda tek bir ışık yanmazken laboratuvarlarda, kütüphanelerde, üniversite sıralarında yeni cevherler ışıl ışıl parlamaktadır.
Isaac Newton’a mal edilen meşhur bir söz vardır “Eğer daha uzağı görebiliyorsam bu, benden önceki devlerin omuzlarında durduğum içindir.” Akurgal’ın konumu tam olarak bu sözlerin yansıttığı gibiydi. Önce devletin imkânlarıyla Almanya’ya gitmiş, oradaki gelişmiş olanaklardan yararlanarak kendisini geliştirmişti. Ülkesine döndüğündeyse karşısında geride bıraktığı ülkenin saygın akademisyenleri ayarında nice değerli bilim insanıyla karşılaşacak dahası onların eğittiği yeni nesil Türk gençlerini karşısında bulacaktır. Atatürk’ün gayretleri, meyvesini çoktan vermeye başlamıştır bile. O, bu ülkenin kendi öz evlatlarıyla kendi öz değerini, potansiyelini açığa çıkarmasını istiyordu ve bu hedefe her geçen gün daha çok yaklaşılıyordu. 1935 yılında Türkiye’nin ilk milli kazısı, Alacahöyük Kazısı, Türk arkeologlar eliyle başlatılmıştı. İki cumhuriyet kadını ve Sümeorlojinin parlayan yıldızları Muazzez İlmiye Çığ ve Mebrure Tosun’un isimleri dünyaca ünlü Asurolog Fritz Rudolf Kraus ve Hititolog Hans Gustav Güterbock ile aynı önemde anılmaya başlamıştı. Tıpkı Akurgal gibi Almanya’ya öğrenim görmeye giden Türkiye’nin ilk kadın arkeoloğu Jale İnan, orada gördüğü eğitimi, ülkesine döndüğünde ünlü antik tarih uzmanı ve nümizmatikçi Clemens Bosch’un yanında asistanlık yaparak sürdürecekti. Yanında eğitim gördüğü Clemens Bosch ise, göç ettiği bu yeni ülkeyi her geçen gün daha çok benimseyecek, önce Türk vatandaşlığına geçip İslam dinini benimseyecek; daha sonra ismine Emin’i ekleyerek Clemens Emin Bosch olarak anılacaktı. Sadece Türk vatandaşlarının değil herkesin gıpta ederek bakacağı, sahiplenmek isteyeceği modern bir devlet haline gelmişti Türkiye. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü açıklık kazanıyordu. Hem kendi vatandaşının gurur duyacağı hem de yabancıların vatandaşı olmak isteyeceği yeni bir ulus yaratılmıştı.
Örnekler çoğaltılabilir. Nazi baskısından kaçıp kariyerini İstanbul Üniversitesi’nde sürdürme kararı alan Helmuth Theodor Bossert’ın öğrencisi Muhibbe Darga, zaman içerisinde Türk arkeolojisinin en önemli isimleri arasına girecekti. Bir zamanlar Ekrem Akurgal veya Sedat Alp’ın sahip olduğu şansa erişememiş, yurtdışına gidememişti. Ancak Almanya’dan gelen akademisyenler sayesinde gelişmiş bir ülkede eğitim almışçasına bir tahsile sahip olmuştu. İlerleyen yıllarda Hitit sanatı ve arkeolojisi ile ilgili yaptığı çalışmalarla literatüre kıymetli katkılarda bulunmuştur. Akurgal’ı bu manzarada en çok sevindiren şey, daha kendisi dönmeden çoktan Türkiye’de arkeolojiyle ilgili kurumların, kürsülerin oluşturulması ve üzerinde uzmanlaşacağı alanların (özellikle Hititoloji’nin) tahsis edilmesi olmuştur muhtemelen.
Devlerin Üzerinde Yükselen Arkeolog
Akurgal, ülkede oluşmaya başlayan bilimsel iklimi sürdürebilmek adına elinden geleni yapmaya kararlıydı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde asistan olarak çalışmaya başladı. “Harpi Anıtı” adlı çalışmasıyla doçent oldu. Likya döneminden kalma bir anıt mezara işlenen Harpi (Hapry), Yunan mitolojisinde kanatlı bir kadın olarak betimlenir. Akurgal’ın doktora çalışmasını, simgesel yönüyle ele alırsak şaşırtıcı bir sonuca ulaşabiliriz. O dönemlerde kimi çizimlerde, tasvirlerde genç cumhuriyet bir kadın olarak temsil edilir. Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir” cümlesini aklımızda tutarsak ve cumhuriyetin bilimsel alanda attığı samimi adımları hatırlarsak cumhuriyeti bir harpi’ye benzetmek yerinde olacaktır. Kanatlarını açmış, hızla göğe yükselen bir kadın. Olimpiyat meşalesini ev sahibi ülkeye taşır gibi bilim ateşini Türkiye’ye taşımaktı hedef ve gençleriyle kadınlarla başarıyordu bunu ülkemiz. 1936 Berlin olimpiyatlarına eskrim dalında katılmaya hak kazanan Halet Çambel, olimpiyatlarda Türkiye’yi temsil eden ilk kadın sporcu olarak hem olimpiyat ateşini Türk sporuna taşıyacak hem de Karatepe kazılarıyla bir arkeolog olarak bilim ateşini Türk üniversitelerine getirecekti.
Elbette cumhuriyetle birlikte onun yükselmesine katkıda bulunan bilim insanları da kanat açmışçasına bilimsel basamakları hızlı hızlı tırmanıyorlardı. “Harpi Anıtı” çalışmasıyla Akurgal, doçentlik unvanını tez yazarak kazanan en genç bilim insanlarından biri olacaktır Türkiye tarihinde. Önce Almanya’ya gidip oradaki devlerle tanışan daha sonra da Türkiye’ye döndüğünde Nazi zulmünden kaçan bilim insanlarıyla devlerin sırtına tırmanan Akurgal, sadece akademinin değil, 20 yıl önce tohumları atılmış bir çınarın, cumhuriyetin tepesinde yükselmekte, onun meyvelerini toplamaktadır. Zira Akurgal, doktora tezinden sonra ilk bilimsel çalışmasını bizzat Atatürk’ün direktifleriyle kurulan Türk Tarih Kurumu’nun yayın organı Belleten’de yayımlayacaktır. 1943 tarihli “Pazarlı Eserleri Üzerinde Araştırmalar” isimli eser, nihayet Atatürk’ün rüyalarının gerçekleştiğini, bir Türk bilim insanı tarafından Türkiye’nin tarihinin açığa çıkarılmaya başladığını göstermektedir. Bu eserle birlikte Akurgal’ın ilgisi, doğrudan doğruya Hitit dünyasına kayacaktır.
Bu ilgi, ileride yazacağı pek çok makalesinin de konusu olacaktır. 1945 yılında Fransızca olarak kaleme aldığı “Remarques sytlistiques sur les reliefs de Malatya” isimli makale, Malatya’daki Hitit kabartmaları ile ilgilidir. Almanca olarak kaleme aldığı bir sonraki eseriyse Geç Hitit sanatını konu alan “Spathethitische Bildskunt”dur. Akurgal’ın önce Fransızca sonra Almanca makale yayımlamış olması onun entelektüel kimliği ve donanımı hakkında önemli bir fikir vermektedir. Küçük yaşlarında dil öğrenimine merak salan Akurgal TRT’de katıldığı bir programda arkeologlara öncelikle İngilizce daha sonrasında ise Almanca, Fransızca ve İtalyancayı mutlak surette öğrenmelerini telkin etmektedir. Farklı dillerde makale yazmasının yanı sıra, Türkçe olarak kaleme aldığı makaleleri de bir yüzü Türkçe diğer yüzü bir Batı dilinde olacak şekilde yayımlamıştır. Türkçe yazılmış bir makalenin muhatabının çok geniş bir zümre olmayacağını bilen Akurgal, Türkçe makalelerini Fransızca, Almanca yahut İngilizce ile birlikte basılmasını uygun görmekteydi. Eserlerini dünya kamuoyuna sunmakla Türk arkeolojisinin prestijini yükseltebileceğini ve dış dünya ile daha kolay iletişim kurabileceğini anlamıştır.
1945 yılında ilk kazılarına başlaması, profesörlük unvanına giden yolda köşe taşlarından biridir. Türkiye’deki ilk kazısını Nimet ve Tahsin Özgüç ile Zile’de yapmıştır. Bugün Amasya sınırları içerisinde bulunan Zile, Jul Sezar’ın meşhur sözü “Veni Vidi Vici’yi (Geldim, Gördüm, Yendim)” ilk kez sarf ettiği yerdir. Nihayet uzun yıllar kurduğu hayalin, bir kazının başkanlığını üstlenme sorumluluğunun üzerine Akurgal’ın Sezar ile benzeri bir heyecanı paylaştığını tahmin etmek güç değil.
Kazı olağanüstü başarılı geçti. Yaptığı yapacaklarının teminatıydı adeta. Zile kazısının ardından pek çok kazı arka arkaya geldi. 1948-52 arasında Bayraklı, 1951-53 Sinop, 1953-59 Daskyleion (Hisartepe), 1958-65 Pitane (Çandarlı) ve 1969-79 Erythrae (Ildır) kazıları onun üstlendiği kazıların başlıcalarıdır. Her kazıdan alnının akıyla çıkmayı başardı Akurgal. Kazısını üstlendiği Daskyleion’un yeri uzun süredir ihtilaflıydı. 20. yüzyıl başlarında Alman zoolog Kurt Kosswing tarafından Manyas Kuş Cenneti keşfedilince, gölün kıyısındaki kalıntıları kamuoyunun dikkatine sunmuştu. Yurttaşı Kurt Bittel tarafından sürdürülen kazılar 1953 yılında Ekrem Akurgal’a devredilince kendisi buranın Ahameniş döneminden kalma bir satraplığa ev sahipliği yaptığını tespit etmiştir. Ekibi eski Farsça ve Aramice yazılı 400’e yakın tablet ve kabartma çıkarmıştır. Bugün, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen Hisartepe Steli, Akurgal tarafından o tarihlerde gün yüzüne çıkarılmıştır. Osman Hamdi Bey’in büyük ümitlerle açtığı Arkeoloji Müzesi, nihayet misyonunu yerine getirmeye başlamış, bu ülkenin çocukları Anadolu’nun değerlerini müzeye taşımaya başlamıştır.
Bir belirsizliği ortadan kaldırmakla arkeoloji dünyasında yıldızları üzerine çeken Akurgal’ın bir diğer başarılı kazı çalışması İzmir’in Dikili ilçesindeki Çandarlı (Pitane) bölgesinde gerçekleşecektir. Homeros’un Tarih kitabında bahsettiği Antik Yunan’daki 4 ana kavminden biri olan Aiol’lere (diğerleri Akalar, Dorlar ve İyonlar) ev sahipliği yapmış Pitane Antik kentini kazmak Akurgal’a düşer. Burada Korint üslubundan Aeolic stiline, pek çok çanak çömlek içeren mezarlıkların bulunduğu bir Arkaik mezar keşfeder.
Devlerin Üzerinde Yükselen Ülke: Türkiye
Kazıları sürdürdükçe aklına bir soru işareti takılmaya başlar. Devlerin üzerinde yükselerek üstün bir arkeolog olmayı başaran Akurgal, Atatürk’ün sorguladığı o önemli soruyu sorar: Acaba yeni Türkiye, hangi devlerin üzerinde yükselmektedir?
Öncelikle Batı medeniyetinin köklerinin Anadolu’da aranması gerektiğini ısrarla vurgular. Bu düşüncesinde özellikle yeni Türkiye’nin de Batı medeniyetinin bir parçası, mirasçısı olduğu fikri etkilidir. Tüm medeniyetlerin temelinde Anadolu’nun yattığını ileri süren “Mavi Anadoluculuk” veya “Pan Anadoluculuk” gibi radikal düşüncelerden uzak durmasına rağmen Anadolu’nun öneminin altını çizmeyi ihmal etmemiştir.
Anadolu medeniyetlerine dair fikirlerini paylaştığı kitapların başında “Anadolu Uygarlıkları” gelir. Akurgal kitabın girişinde, Türk Tarih Kurumu’nun ilk yıllarındaki faaliyetlerinden övgüyle bahseder ancak devletleştirilmesinden sonra rotasından saptığını düşünür. Temel eleştiri noktası, Türk Tarih Kurumu’nun önceleri tüm Anadolu uygarlıklarını kucaklayan geniş bir araştırma sahası varken, devletleştirilmesinden sonra daha çok 1071 sonrasına odaklanması ve önceki tarihi ihmal etmesi yatmaktadır. Belki de Türk Tarih Kurumunun açığını kapatma amacıyla Akurgal, bir Anadolu Uygarlıkları kitabı yazmak ister. Hem literatürdeki boşluğu doldurmak hem de Türk Tarih Kurumu’nun hatalı politikasına dikkat çekmek için.
Kitabın ilk bölümünde tarih öncesi devirlere yer veren Akurgal ilerleyen bölümlerin büyük çoğunluğunda Hititler hakkında yazmıştır. Hititlerin sanat ve din anlayışından, yer adlarının kökenine dek pek çok meseleye parmak basar. Yazdıklarının ideolojik nedenlerini sorguladığımızda karşımıza Akurgal’ın giriş bölümünde bahsettiğine paralel bir manzara çıkar. Akurgal, Anadolu’nun tarihi ile kendi zamanı arasında bir süreğenlik olduğunun altını çizer. Ki bugün Anadolu’nun pek çok şehir ve kasabası (biraz değişmek suretiyle) eski Anadolu uygarlıklarından kalma isimler taşımaktadır. Örneğin Midyat (Matiata), Maraş (Marqasu) Asur kaynaklarında, Adana (Adaniya), Sakarya (Sexariya) isimleri Hitit kaynaklarında, Sinop (Sinope), Enez (Ainos) isimleriyse Homeros destanlarında geçmektedir.
Türk Tarih Kurumunun dışlayıcı tutumunu reddedip kitabında bir bütün olarak Anadolu medeniyetlerine yer vermek isteyen Akurgal, kitabının beşinci, altıncı ve yedinci bölümlerinde Helen Uygarlığı, Roma Uygarlığı, Selçuklu ve Osmanlı mirasının Anadolu toprakları üzerindeki etkisine değinir. Tüm bu tarihsel geçmişi gözden geçirdikten sonra Akurgal, sekizinci bölümde asıl yapmak istediğini yapıp, buradan hareketle Türkiye’nin temel yapı taşını ve kültürünün kaynağını sorgulamaya koyulur.
Türk kültürünün Orta Asya, Eski Ege Uygarlıkları, Anadolu Medeniyetleri ve İran-Arap kültürünün bir erime potası olduğunu vurgulayan Akurgal, 18.yüzyıldan itibaren Batı kültürü ile entegre olmanın Türk kültür yapısını olumlu etkilediğini ve eşsiz bir mozaik yarattığına değinir. Doğu medeniyetleri ve Batı medeniyetleri arasında iyi ve kötü olmak üzere bir ayrım yapmaz ancak daha önce yazdığı “Orient und Okzident” isimli eserinde Doğu’nun değişmez, kuralcı yapısının ilerlemeye mâni olabileceğini buna karşılık Batı’nın çok daha devingen bir yapıya sahip olduğunu anlatır. Bu fikirlerini antik Mısır ve Modern Batı Avrupa sanatlarını kıyaslayarak temellendirir. Antik Mısır’da asırlar boyu tek bir estetik yapı varlığını sürdürürken, Batı Avrupa’da bir asır içerisinde dahi yepyeni üsluplar, bakış açıları gelişebilmektedir. Ne var ki, bu değerli eser henüz Türkçeye kazandırılmadı.
Akurgal Türkiye’nin hem kendi öz geleneklerini, Orta Asya ve Eski Anadolu mirasını, hem de Orta Doğu ve Batı’dan ödünç aldığı kavram ve kurumları muhafaza etmesi gerektiğini düşünür. Türk kültürünün bu öğeler ile ayrılmaz bir bütün oluşturduğunu vurgular. Buna karşılık Batı’nın modernite yanlısı, yenilikçi tutumunu örnek almamız gerektiğini her fırsatta söyler Akurgal.
Bir diğer önemli eseri Ege Batı Uygarlığının Doğuşu isimli kitabında, Ege’de doğan kültürlerde, Batı medeniyetinin kökenini bulmaya çalışır. Helen dünyasında kurulan ilk antik kentlerden biri olan Smyrna’dan bahsetmekle başlar. İlyada ve Odysseia kitaplarının yazarı Homeros’un İzmirli olduğunu ve bu iki kitabı İzmir’de derlediğini ileri sürer.
Daha sonra demokrasinin beşiği Aiol ve İyon kentlerinden bahseder. Ticarete dayalı ekonomi yapısıyla demokrasiye geçiş arasındaki ilişkiyi anlatır. Ticaretiyse Geç Hitit ve Fenike uygarlıklarının etkisiyle benimsediklerini yazmıştır. Batının politik ve kültürel normlarında Anadolu’nun etkilerini gösterdikten sonra ekonomik yapısının temel dayanağı olan para ve ticaret ilişkisinde bir diğer Anadolu medeniyeti olan Lidyalıların önemini vurgular. Batı düşünce yapısının temellerini atan Antik filozofların öncülerinin bugün Aydın’da yer alan Miletos’lu Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes olduğunu hatırlatır.
Bir Deve Dönüşmek
Akurgal’ın kazılarına ek olarak bu ve benzeri çalışmaları bütün dünyada kabul görmüş, yoğun bir ilgiye mahzar olmuştur. Köklerini Anadolu’da aradığı Batı medeniyetinin bugünkü mirasçılarından ve dünyanın dört bir yanındaki saygın kuruluşlarından pek çok ödül aldı. Akurgal, Avrupa’da tam yedi akademinin üyesi ve pek çok bilimsel kuruluşun onursal üyesiydi. Bordeaux Üniversitesi (1961), Atina Üniversitesi (1988), Lecce Üniversitesi (1990) ve Anadolu Üniversitesi (1990) onu fahri doktor unvanına layık görmüştür. Ayrıca kendisine Federal Almanya Cumhuriyeti Yıldız Rütbesi Liyakat Ödülü (1979), Goethe Madalyonu (1979), Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü (1981), İtalyan Commandatore Ödülü (1987) ve Fransız Légion (1990) unvanları da verildi.
1981 yılında akademiden emekli olduğunda arkasında eşine az rastlanır bir akademik kariyer, sayısız makale ve kitapla birlikte onun açtığı yolda ilerleyecek sayısız bilim insanı bırakmıştır. Hayatı boyunca üzerine yükselerek daha ileriyi gördüğü bilim insanlarından alabileceği en fazla verimi almış ve şimdi kendisi gelecek kuşakların üzerine tırmanacağı bir dev haline gelmiştir. 1980’lerden sonra ülkemizde sayısı artan yeni eğitim kurumlarının arkeoloji ana bilim dalında mutlaka en az bir Ekrem Akurgal öğrencisi görmek neredeyse kaçınılmazdır.
Şüphesiz Akurgal’ın hayat hikâyesinden bugün çıkarmamız gereken önemli dersler bulunuyor. 1930’lrın fakir Türkiye’sinin 8 yıl süreyle yurt dışında okuttuğu Akurgal, 1941 yılında başladığı bilimsel yaşamı süresince, her zaman ülkesinin ona sağladığı olanakları anlatır ve ülkesinden, vatandaşından duyduğu onuru her ortamda dile getirirdi. Genç cumhuriyetin, yaşlılığında bile bir adamı çocukça bir sevince boğan hikâyesinden 100. yılını kutlayan asırlık çınarımızın çıkaracağı ders açıktır: Bugün Türkiye’deki gençlerin yurtdışında eğitim görmek için talep ettiği burs meblağlarının düşük olması ve yeterince teşvik olmaması mutlaka üzerinde düşünmemiz gereken bir konudur. Türk gençlerinin, ülkelerine duyduğu güvenin zayıflamasının telafisi ancak bu yolla mümkün olabilir.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük özlemi, halkımızın bu topraklarda bir ulus olarak gururlu bir biçimde yaşaması, kendi geçmişine sahip çıkması, birlik ve beraberliğin sağlanması için Anadolu topraklarında yaşamış tüm kültürlerin, onlara en iyi şekilde anlatılmasının sağlanmasıydı. İzlememiz gereken yol kuşkusuz budur. Bu sayede önümüzdeki yüz yıllarda ülkemiz varlığını ancak bilim yoluyla saygın, halkının gurur duyduğu bir ülke olarak devam ettirebilir.
REFERENCES
- 1. Akurgal, E. (1998). Anadolu Kültür Tarihi. TÜBİTAK
- 2. Akurgal, E. (1999). Ekrem Akurgal: Bir Arkeoloğun Anıları: Türkiye Cumhuriyeti Kültür Tarihinden Birkaç Yaprak. Türkiye Bilimler Akademisi.
- 3. Akurgal, E. (2000). Ege: Batı Uygarlığının Doğduğu Yer. İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları.
- 4. Akurgal, E. (2017). Anadolu Uygarlıkları. Phoenix Yayınevi.
- 5. Ege, R. & Hagemann, H. (2012). The modernisation of the Turkish University after 1933: The contributions of refugees from Nazism. The European Journal of the History of Economic Thought, 19(6).
- 6. Greenewalt, C. H. (2005). Ekrem Akurgal, 1911-2002. American Journal of Archaeology, 109(3)
- 7. Nişanyan, S. (2010) Adını Unutan Ülke. Everest Yayınları
- 8. Özdogan, M. (1998). Ideology and archaeology in Turkey. In L. Meskell (Ed.), Archaeology under fire: Nationalism, politics and heritage in the eastern Mediterranean and Middle East (111-123). Routledge.
- 9. Sarman, K. (2022). Turk Promethe’ler: Cumhuriyet’in Ögrencileri Avrupa’da (1925-1945). İş Bankası.
- 10. Tanyeri-Erdemir, T. (2006). Archaeology as a Source of National Pride in the Early Years of the Turkish Republic. Journal of Field Archaeology, 31(4).
- 11. Tok, G. (1997). Anadolu Arkeolojisinden Aldığı Işık Dünyayı Aydınlattı Ekrem Akurgal. Bilim ve Teknik 355, 80-88.