İnsanlar deneyimlerinden öğrenme, soyut akıl yürüterek karmaşık fikirleri anlama, farklı düşünce biçimlerini kullanarak sorunların üstesinden gelme ve çevrelerine uyum sağlama yetenekleri bütünüyle diğer canlılardan ayrılırlar. Bu zihinsel yetenekler bütününü zekâ olarak tanımlayarak başlayalım. Bu zihinsel yeteneklerde bireyler arasında önemli farklar gözlemlendiği düşünülürse, daha zeki olmanın bireyleri ve dolayısıyla toplumları yarışta bir adım öne geçireceğine dair güçlü inancın sebebini daha iyi anlayabiliriz. Psikoloji yazınında zekânın psikometrik ölçümü üzerine çok sayıda araştırma vardır. Birçoğumuz IQ (intelligence quotient) olarak kısaltılan zekâ kat sayısını erken yaşlarda çeşitli sebeplerle duymuşuzdur. Bundan yaklaşık bir asır kadar önce filizlenen insan zekâsına bir rakam atfedebilme arzusu, günümüzde insanın akademik, iş ve sosyal hayatındaki başarısını (ve hatta ne kadar sağlıklı ve uzun yaşayacağını) oldukça etkili biçimde tahmin edebilen zekâ ölçüm araçlarının geliştirilmesine vesile olmuştur. Bu ölçüm araçlarının Batı’da icat edilmiş ve Batı’nın başarı ölçütleriyle doğrulanmakta olmaları genellenebilirliklerini kısıtlamaktadır. Bu tarz kısıtlamalarına rağmen bu testler, özellikle soyut düşünmeyi ve mekânsal yetenekleri ölçmede elimizdeki en iyi aletlerdir. Buna göre, IQ’su 130 olan biri karmaşık bir matematiksel kavramı anlamakta çok zorluk çekmeyecekken, IQ’su 100 olan birinin aynı kavramı anlamak için fazlaca motivasyona ihtiyacı olacaktır. IQ’su 70 olan biri bu kavramı belki hiçbir zaman anlayamayacaktır. İlginç bir bulgu olarak, bir ülkenin ortalama IQ’sundaki bir puanlık artışın, kişi başına gelirde 229 dolarlık bir artışa denk geldiği saptanmıştır. Araştırmacılar, özellikle bir ülkedeki en zeki %5’lik kesimdeki bir puanlık IQ artışının, kişi başına gelirde 468 dolarlık bir katkıya eşdeğer olduğunu göstermişlerdir (Rindermann ve Thompson, 2011).
Mozart etkisi?
Bir rakamla özetlenebilen zekânın hem bireysel hem toplumsal ölçekte bu denli tahmin gücü olması önemli bir bilimsel başarıya işaret etmektedir. Fakat bu özetleme gücü, aynı zamanda tüketicilerin zekâyı kavramsal olarak basite indirgeme riskini beraberinde getirmektedir. IQ artırma sözüyle pazarlanan fakat bilimsel hiçbir temeli olmayan ürünlerin, tüketicilere inandırıcı ve cazip gelmesinin bir sebebi belki de budur. Birkaç örnek bu konuda açıklayıcı olacaktır. 1993 yılında prestijli Nature dergisinde yayımlanan bir makale, 10 dakika boyunca Mozart’ın piyano sonatosunu dinleyen üniversite öğrencilerinin, mekânsal yetenekleri ölçen bir origami testinde, bu sonatoyu dinlemeyen öğrencilere oranla daha başarılı olduklarını göstermiştir (Rauscher, Shaw ve Ky, 1993). Araştırmacılar, bu başarının 8-9 puanlık bir IQ artışına denk geldiğini hesaplamışlardır. Mozart etkisi olarak bilinen popüler inanışa ilham veren bu bulgunun ne kalıcı bir IQ artışı iddiası olmuştur, ne de bu deneyler bebekler veya çocuklar üzerinde yapılmıştır. Hatta sonraki araştırmalar, kısa süreli bu IQ artışının, geçici bir uyarılma etkisi kaynaklı olabileceğini göstermişlerdir.
Fırsatı paraya çevirmek
Tüm bunlara rağmen, şirketler ve girişimciler bu fırsatı paraya çevirmeye niyetlenmişlerdir. Bu bulgunun bebeklerde de gözlemlenebileceği spekülasyonuyla, Mozart etkisi CD’leri, video kasetleri ve oyuncakları ardı ardına pazara sunulmuştur.
Bu yalanı en iyi pazarlayanlardan Don Campbell’in CD’lerini, insan zekâsını kalıcı artırmanın bu kadar kolay olacağına inanmak isteyen iki milyondan fazla tüketici satın almıştır. Bugün bile, Amazon’da sadece “Baby Mozart” aramasıyla üzerlerinde bebek ve çocuk resimleri olan 3.000’e yakın ürün bulabilirsiniz. Vurgulamak gerekir ki buradaki sorun çocuklara (fetüsü hariç tutarak) Mozart dinletmek değil, bu ürünlerin açıkça bir yalan üzerinden pazarlanmaya devam edilmesidir.
“Süper bebekler”
Benzer şekilde yine Amazon’da “Baby Einstein” araması yaklaşık 4.000 ürünle karşılığını buluyor. Üç ay ile üç yaş arasındaki bebeklerin zekâsını yükseltme iddiasıyla oyuncak ve videolar üreten bu markanın tahmin edeceğiniz gibi ne Einstein ile ne de onun herhangi bir çalışmasıyla ilgisi vardır. Amaç, bu adı kullanarak tüketicilerin gerekli çıkarımları yapmalarını sağlamaktır. Markanın 100 milyon doları aşan satış rakamları için tehlike oluşturmadığı sürece, tüketicilerin bu çıkarımlarının doğruluğunun önemi azdır. Örneğin araştırmacılar, Baby Einstein tarzı videoları izlemeye ayrılan vaktin aktif olarak oyun oynamaya ayrılmasının, bu ürünlerin hedeflediği yaşlardaki çocuklara daha faydalı olabileceğini öne sürmüşlerdir (Anderson ve Pempek, 2005). 1980’lerde buna benzer bir akımda “süper bebekler” yaratabileceklerine inandırılan ebeveynler, yeni doğan çocuklarını yabancı bir dil ve ileri matematikle tanıştırmışlardır. Fakat bu yaşlardaki çocuklar bu zorlu beceriler için gerekli bilişsel gelişimin çok uzağında olduklarından, ancak maliyetleriyle kendilerine konulan ada layık olabilmişlerdir.
Yüzde 10 masalı
IQ’nun bu tarz ürünlerle kolayca artırılabileceği sanısını kuvvetlendiren bir diğer inanış da beynimizin sadece %10’unu kullandığımız hikâyesi. Bu masalı hicveden Şahan Gökbakar, ağrıyan beyninin %99’unu aldıran bir hastayı canlandırdığı skecinde, beynimizin %10’unu kullandığımızı bir bilimsel gerçek olarak sunarak Türk tıbbının duayeni bir doktoru ameliyat için ikna ettiğini anlatmaktadır. İnsanların potansiyelinin neredeyse sınırsız olduğunu ima eden ve popüler kültürde çokça karşılık ve
destek bulan bu masal, özellikle Amerika’da birçok ürün reklamında bilimsel bir gerçekmiş gibi kullanılmaya devam etmektedir. Bu masal kulağa hoş gelmektedir; çünkü beynimizin kullanılmayan %90’ını kullanabilecek sırlara ulaşabilmek, bu sırlardan bihaber olanların önlerine kolayca geçeceğimiz anlamına gelecektir. Ve her inanmak isteyen tüketici için inandırmaya hazır bir satıcı bulunacaktır. Özellikle New Age adıyla anılan “manevi” akımın pazarlayıcıları, beynin kullanılmayan
%90’lık kısmına hükmedebilenlerin, psikokinezi (düşünme gücüyle olayları kontrol edebilme) ve duyu ötesi algı yeteneklerine kavuşacaklarını vaat etmektedirler. Bu yalana inanmamak için elimizde onlarca bilimsel sebep vardır.
Eğer 10%’dan kasıt fiziki olarak beynin %90’ının kullanılmadığıysa, gelişen görüntüleme teknolojileri kullanılarak yapılan araştırmalarda beyinde herhangi sessiz veya atıl bir bölgeye rastlanmamıştır. Ayrıca, kazalarda veya inmelerde beynin 90%’dan çok daha ufak bir kısmını kaybetmenin yıkıcı sonuçları olduğu bilinmektedir. Bu ve bunlar gibi birçok sebep, %10 masalının farklı yorumlarının bilimsel bir temelden yoksun olduğunun ortaya konulmasına rağmen, bu masala inanmaya devam eden birçok kişinin olması düşündürücü ama şaşırtıcı değildir.
Akıllı mı zeki mi?
Bu bağlamda, son olarak gündelik dilde zekâ ile akıl arasındakine benzer bir ayrım üzerinden IQ ile yeni geliştirilmekte olan RQ (rationality quotient) arasındaki önemli gördüğüm bir farktan bahsetmek istiyorum. Zeki olduğunu düşündüğümüz birçok insanın pek de akıllı davranmadıkları durumlara sıkça şahit oluruz. Bunun tersine de, belki daha seyrek de olsa, rast gelmişizdir. RQ, çelişiyormuş gibi görünen bu gözlemleri açıklamakta bizlere yardımcı olacak bir ölçümdür. RQ, kişinin kendi düşünsel süreçlerinin ne kadar farkında olduğunu ölçmeyi amaçlamaktadır. RQ’su yüksek olan kişilerin bu farkındalıklarının yüksek olması, karar mekanizmalarına hükmeden bilişsel kısa yolların kararlar üzerindeki etkilerini azaltmaya yardımcı olmaktadır. Bunun daha akıllı kararlar alınmasını kolaylaştıracağı tahmin edilmektedir. Yani IQ’su yüksek olan bir kişinin RQ’sunun düşük olması, kişinin zeki bile olsa akıllı kararlar vermede zorlanabileceği ihtimalini doğurmaktadır. Basit bir örnekle, onaylama önyargısı, kişilerin kendi beklentilerini doğrulayan bilgiye yoğunlaşıp bu bilgiye kolayca inanırken, bu beklentileri doğrulamayan bilgiyi göz ardı etme veya kuşkuyla bakma durumunu açıklar. Bu içselleşmiş bilişsel eğilimin farkında olan yüksek RQ’lu kişi, bilgiyi beklentisinden olabildiğince bağımsız değerlendirerek objektif veriye dayalı daha akılcı kararlar verebilir. Henüz anlamlı bir kıyaslama yapabilecek kadar insan RQ testini yapmadığı için, IQ puanı gibi bir RQ puanı belirlenememektedir. Bu gerçekleşirse, bebeklerin RQ’sunu yükseltme iddiası taşıyan ürünlerin reklamlarını sıkça görmeye hazır olun. Kişinin kendi düşünsel süreçlerine iç görüsü öğrenilebilir yöntemlerle artırılabileceğinden, RQ puanını yükseltmek IQ’ya göre daha kolay olabilecektir. Ve eğer bu ürünler RQ’yu yükseltmekte gerçekten işe yararlarsa bu, geleceğin tüketicilerinin çok daha akıllı tercihler yapabileceklerini müjdeleyecektir.
REFERENCES
- 1. Anderson, D. R. ve Pempek, T.A. (2005). Television and Very Young Children. American Behavioral Scientist, 48, 505-522.
- 2. Rauscher, F. M., Shaw, G. L., ve Ky, C. N. (1993). Music and spatial task performance. Nature, 365, 611.
- 3. Rindermann, H. ve Thompson J. (2011). Cognitive Capitalism: The impact of ability, mediated through science and economic freedom, on wealth. Psychological Science, 22, 754-763.