Güneş Enerjisinin Kısa Geçmişi – II
Bir önceki yazımızda insanlığın güneş enerjisini tarih boyunca nasıl kullandığını ve iş gören faydalı bir kaynağa nasıl dönüştürdüğünü ele almış, PV solar sistemlerin nasıl ortaya çıktığını, temel çalışma prensiplerini ve modern enerji sistemlerinde nasıl kullanılmaya başladığına değinmiştik. Bu yazıda ise son yıllarda yaşanan gelişmelere, yeni kullanım alanlarına, malzeme biliminin sunduğu yeni olanaklara ve yakın gelecekteki potansiyeline bakacağız. Ama önce biraz teorik potansiyeli inceleyelim.
ABD’deki Bell Laboratuvarları’nda Chapin, Fuller ve Pearson’ın silikon transistörlerle çalışan güneş hücrelerini üretmesiyle, sınırsız güneş enerjisini medeniyetin hizmetine sunan teknolojinin kapıları aralanmıştı. MIT’de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) çalışan fizik profesörü Washington Taylor’a göre, gezegenimiz üzerine her an 173.000 terawatt solar enerji düşüyor. Bu, tüm insanlığın toplam enerji tüketiminin yaklaşık 10.000 katı. Dolayısıyla, güneş enerjisi teoride sonsuz ve yenilenebilir bir enerji kaynağı olarak görülüyor. Fakat, tüm enerji ihtiyacımızı Güneş’ten karşılamanın karşısında muazzam mühendislik problemleri bulunuyor. Kimi uzmanlara göre, Dünya üzerindeki çöllerin (başka bir amaçla kullanılamayacak arazilerin de diyebiliriz) %10’unu solar termal sistemlerle kaplamak, düzenli olarak 15 terawatt enerji sunabilir. Bu ise, önümüzdeki 50 yıl için enerji tüketiminde öngörülen artışı karşılayacak bir miktar. Fakat, tüm gezegenin enerji ihtiyacını tek bir noktada üretip kablolarla taşımak bambaşka sorunlar doğurabilir; iletim hatlarında yaşanacak problemler, hatta yerel olarak iklim koşullarının değişmesi. Bu tür mega projeler belki biraz da gizliden gizliye insan egosunu tatmin etme amacı taşısa da, aslında temel anlamda sürdürülebilirliğin sağlanması için bir veya birkaç mega tesisten ziyade, çok sayıda yerel tesisi savunan uzmanlar da var.
Enerji üretim yaklaşımından bağımsız olarak, üretilen enerjinin depolanması güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kullanımı önündeki büyük engellerden. Fosil yakıtları katı, sıvı veya gaz halde depolayabiliyor ve ihtiyaç anında kullanabiliyoruz, fakat güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynakları için bu geçerli değil. Aküler ve bataryalar ise hem pahalı hem nispeten kısa ömürlü hem de ömürlerini tamamladıklarında çevreyi kirleten ürünler. Enerji ortaya çıktığı sırada (örneğin, gündüz güneş varken) bu enerjiyle su kütlelerini yüksek noktalara pompalamak (depolar, barajlar) ve sonra serbest bırakarak kinetik enerjiye ve türbinlerle elektrik enerjisine dönüştürmek, son dönemlerde birçok bilim insanını cezbeden yaklaşımlardan biri. Bunun yanı sıra, güneş enerjisiyle hidrojen üretmek (yeşil hidrojen) ve yakıt hücrelerinde depolamak da gelecek vaat eden bir yaklaşım (hidrojen enerjisine ilişkin daha önce yayımladığımız yazımıza göz atmak isteyebilirsiniz). İsveçli bir ekipse, 2017 yılında güneş enerjisi depolamanın başka bir yolunu keşfetti. Aslında solar PV ile solar termal teknikleri birleştiren bu yöntemde elde edilen güneş enerjisi, özel bir sıvıyı oluşturan ve aylar boyunca istikrarlı kalabilen kimyasal bağlarda tutuluyor ve istendiğinde ısı enerjisine dönüştürülebiliyor. Prototip panelin üst kısmı bu şekilde enerji üretir ve depolarken, alt tarafında da suyu ısıtarak termal enerji üretiliyor ve kullanılıyor. Farklı yöntemleri birleştiren bu yaklaşım sayesinde, panelin üzerine düşen güneş ışınlarının %80’ini enerjiye dönüştürebildiği iddia ediliyor.
Silikon transistörlü solar panellerin keşfinden bu yana, PV panellerin verimi devamlı artıyor ve maliyetler de devamlı düşüyor. 1954’te %6 olarak belirlenen üretim verimi, şu günlerde piyasadaki ürünlerde %30’ları zorluyor. Hatta, Haziran 2022’de, laboratuvar ortamındaki deneylerde solar hücrelerin verimi %47,6’ya kadar çıktı (Fraunhofer Institute for Solar Energy Systems – ISE). Maliyetler ise 1954 yılında 1 watt başına 100 USD’den, 2024 yılında 0,5 USD’ye kadar düştü. Panel hücreleri küçülüyor, inceliyor ve gündelik hayatımıza girmesini kolaylaştıracak ve hızlandıracak teknolojiler ve malzemeler keşfediliyor. ‘‘Dünyanın en büyük veya en verimli güneş enerjisi sistemi’’ gibi unvanlar her sene el değiştiriyor.
Silikon güneş panelleri, monokristal ve polikristal olarak ikiye ayrılıyor. Monokristal hücreler daha verimli ve küçük olmakla birlikte daha pahalı. Polikristal hücrelerse o kadar verimli değil, fakat daha düşük maliyetle üretiliyor. İkisi de kolayca zarar görebildiğinden, metal ve camdan yapılan bir koruyucu kutu içine yerleştirilmeleri gerekiyor. Bunlar, görmeye alışık olduğumuz solar paneller. Fakat bunların yanı sıra yine silikon temelli, ama heterojunction adı verilen ve birden fazla katmanın sandviç gibi birleştirildiği, böylece farklı dalga boylarını “hasat edebilen” bu nedenle de daha verimli çalışan paneller de yeni teknolojiler sayesinde üretilebiliyor. Standart silikon panellerde yalnızca tek bir kat yarıiletken malzeme kullanılıyor. Heterojunction teknolojideyse ince amorf silikon katmanlar arasında bir kat kristal silikon katman var.
İnce bir film şeklinde üretilen solar hücreler de son yıllarda piyasada satılmaya başladı. Bu esnek, dolayısıyla herhangi bir yüzeyde uygulanabilen solar hücreler, sert panellere kıyasla daha düşük verimle çalışıyor. Ama hem sağlam hem de hafif olmaları nedeniyle karavanlar, tekneler ve küçük ölçekte elektrik ihtiyacının karşılanabileceği birçok farklı koşula uygun. Üstelik diğer solar panellerden daha ucuzlar. Fakat kadmiyum tellürit (CdTe), bakır indiyum galyum selenit (CGIS) veya galyum arsenit (GaAs) gibi nadir bulunan veya toksik maddeler içerdiğinden, kendilerine has olumsuz yönleri de var.
Esnek panellerin yanı sıra, yüzeylere boya gibi sürülebilen veya çıktısı alınabilen solar paneller de karşımıza çıkmaya başladı. Bu da aslında çok yeni bir teknoloji değil; 2012 yılında Güney California Üniversitesi’nde yapılan bir çalışma, solar nanokristalleri elektrik akımı iletecek biçimde birleştirmenin yolunu keşfetti ve bu sayede herhangi bir malzeme üstüne uygulama yapılabileceğini gösterdi. Plastik gibi esneyebilen yüzeylere de uygulanabildiğinden, herhangi bir yüzey üzerinde kullanılabileceği de iddia ediliyor. Fakat maliyeti nedeniyle bu yöntemin günldelik hayatımıza girmesine daha epey zaman var gibi görünüyor.
Çatı kiremidi şeklinde üretilen solar hücreler ise aslında bir süredir hayatımızda. Elon Musk’ın Tesla firması gibi birçok üretici, bu kiremitleri gündelik hayatta uygulama başladı. Hem uygulama kolaylığı hem mevcut binaların çatısında ciddi yapısal yenileme veya güçlendirme gerektirmemesi hem de estetik olarak göze batmaması gibi nedenlerden son zamanlarda tercih edilen bir ürün halini alıyor. Bunlar, ince film panellerle aynı yarıiletken malzemelerden üretiliyor, dolayısıyla enerji üretim verimi diğer panellere kıyasla daha düşük olabiliyor. Standart panellere kıyasla hâlâ daha pahalılar, fakat zaman içinde bunların da maliyetinin düşeceği öngörülüyor.
Son günlerde yenilenebilir enerji dünyasını çalkalayan bir gelişme de, silikon-perovskit tandem panel teknolojisi. Perovskit, 1839’da Ural Dağları’nda keşfedilen, kalsiyum, titanyum ve oksijenden oluşan ve adını Rus mineral uzmanı Lev Perovski’den alan bir bileşik. Bazı türlerinin 2006 yılında Japon bilim insanları tarafından yarı iletken özellikler taşıdığı keşfedildi. Böylece PV panel teknolojisinde denenmeye başladı ve hem hafif hem de ucuz olması, özellikle de silikon kadar saflaştırma ihtiyacı olmadan kullanılabilmesi, bunu potansiyel bir PV hammaddesi olarak önümüze getirdi. Fakat, silikon kadar uzun ömürlü olmadığı için araştırmacılar bu sorunun üstesinden gelecek yöntemleri inceliyor.
Perovskit hücreler, silikon hücrelerden farklı dalga boyunda ışınları soğuruyor ve ikisi bir arada kullanıldığında (tandem) ayrı ayrı kullanıldığından daha geniş bir ışık spektrumundan faydalanabiliyor, dolayısıyla hücre başına enerji üretimi artıyor (ve maliyeti düşüyor). Perovskit-silikon tandem hücre adı verilen bu teknoloji, silikon temelli hücrelerin %30 verim limitini şimdiden aşmış durumda. Çin’deki LONGi firması, geçtiğimiz haziran ayında %33,5 verim gözlemlediğini belirtiyor. Fakat hem Avrupa’da hem de ABD’de, bu tandem teknolojiyi daha verimli ve ucuz hale getirmenin yolunu arayan birçok kurum ve firma var.
Henüz bu ay yayımlanan başka bir çalışmaysa, yeni keşfedilen bir organik polimer sayesinde elastik güneş hücreleri üretilebileceğini gösteriyor. Güney Kore İleri Bilim ve Teknoloji Enstitüsü’nde yürütülen araştırma, giyilebilir enerji teknolojilerinin kapısını aralamayı hedefliyor. Esnek güneş hücreleri fikri yeni olmasa da, Koreli bilim insanları bunun şimdiye kadar üretilmiş en verimli elastik solar teknoloji olduğunu iddia ediyor. Ayrıca muadillerine kıyasla 10 kat daha esnek ve enerji dönüşüm verimi de %19.
Solar panellerde görmeye başladığımız perovskit gibi yeni malzemelerin yanı sıra, mevcut silikon teknolojisini daha verimli kullanmanın yolları da aranıyor. Bunlardan biri, çift taraflı paneller. Standart güneş panelleri yalnızca üst yüzeyine düşen güneş ışınlarını elektrik akımına dönüştürürken, çift taraflı paneller buna ek olarak zeminden (veya çatıdan) geri yansıyan ışığı arka yüzünde yakalayıp enerjiye dönüştürebiliyor. En büyük avantajı ortalama %3-10 daha yüksek verim sağlaması, fakat özellikle beyaz renkli çatılar veya karla kaplı alanlarda, yani yansımanın daha fazla olduğu koşullarda tercih ediliyor.
Uluslararası Enerji Örgütü’ne göre, dünyada elektriğin %4,5’i solar PV ile üretiliyor. Fazla görünmese de, 2021’den 2022’ye kadar %26 artış gösterdi ve önümüzdeki yıllarda PV enerji sistemlerinin toplam üretim payının artacağına kesin gözüyle bakılıyor. Peki, tüm bu yeni teknolojiler ve yeni malzemelerle üretilen panelleri nerelerde kullanabiliriz?
Bu konu, enerji uzmanlarını uzun süredir düşündürüyor. Çatıların ve binaların güneş panelleriyle kaplanması, daha verimli, esnek ve boya gibi sürülebilen sıvı teknolojiler sayesinde mümkün. Enerjinin tüketildiği noktada üretilmesi, nakil hatlarına olan ihtiyacı da ortadan kaldıracağı için uzun vadede oldukça gerçekçi görünüyor. Fakat nihai çözüm tabii ki yalnızca bu olamaz. Büyük ölçekli tesislerin nereye kurulacağı, bunları çevre etkisi veya mevcut altyapının nasıl dönüştürülebileceği gibi konular da gündemde. Maalesef, sağlıklı ormanların veya tarım arazilerinin güneş çiftlikleri kurmak için yok edildiğini görebiliyoruz. Tarımsal amaçlarla kullanılamayan âtıl araziler bu iş için en uygun yerler olarak değerlendiriliyor ve büyük tesisler için genelde bu tip araziler tercih ediliyor, fakat bunlar da genelde enerji nakil hatlarına veya enerjinin kullanılacağı yerlere uzak noktalar.
Güneş enerjisi üreten otoyollar fikri ise son yıllarda hem popülerleşen hem de eleştirilen bir yaklaşım. Temperli cam kaplamaların altına yerleştirilecek güneş hücreleri şeklinde düşünülen bu solar otoyolların, asfalt gibi yol kaplamalarının zararlı çevre etkilerini ortadan kaldıracağı, aynı zamanda da temiz enerji üreteceği iddia ediliyor. Bunların yanı sıra, LED ışıklı yol çizgilerine kendiliğinden enerji sağlayabileceği, ısıtıcılar sayesinde kışın yolların buz tutmasını engelleyebileceği ve bu güneş hücrelerinin herhangi bir bakım gerektirmeden 20 yıl kullanılabileceği de iddialar arasında. Bunların hepsi kulağa çok hoş gelse de, iddialar karşısında ciddi eleştiriler var. Öncelikle panel hücrelerinin verimli çalışması için güneşe doğru açıyla bakmaları ve gölgede kalmamaları gerekiyor. Otoyollarda bunu sağlamak mümkün olmuyor. Yol panelleri toz, toprak ve yaprak gibi şeyler ile kirleneceğinden temizlik sorununu çözmek de gerekiyor. Panelleri kaplayan camlar aşınacağı için panel veriminin düşeceği ve buna benzer daha birçok eleştiri var. Yine de Dünya’da bazı solar yol örnekleri ortaya çıktı. Fransa’da 2016 yılında ve Çin’de 2018’de kullanıma açılan birer kilometre uzunluğunda yolla, canlı denemeler olarak değerlendiriliyor.
Büyük bir potansiyel vaat eden başka bir yaklaşım ise, su kütleleri üzerine güneş panelleri yerleştirmeyi ifade eden floatovoltaics. Doğal göller ve denizler ile okyanuslarda bu “yüzen solar tesisler”i kurma potansiyelinin yanı sıra, barajlarda, atık su arıtma tesislerinde ve su kanallarında da benzer fikirler geliştiriliyor. Bunun en büyük avantajları, başka amaçlarla kullanılabilecek toprak parçalarını panellerle kaplamanın önüne geçmesi ve suyun serinletici etkisi sayesinde panel verimini %5-10 artırabilmesi. Ayrıca su yüzeyini kaplayarak tatlı su rezervlerinde buharlaşmayı da azaltıyor. Tabii ki güneş geçirgenliğini azaltarak su canlılığını olumsuz etkileyecek ölçeklerde kullanılmaması gerekiyor. Ayrıca, su yüzeyine bu sistemleri sabitlemek için uygun tekniklerin geliştirilmesi gerekiyor, dolayısıyla şimdilik daha standart panel yerleşimi uygulamalarına göre daha pahalı bir yöntem.
Değerli tarım arazilerini güneş panelleriyle kaplamaksa tercih edilmeyen bir yöntem olmakla beraber, agrivoltaics adı verilen bu yaklaşımın değerlendirilebileceği koşullar da var. Bazı tarım ürünleri panellerin sağlayacağı gölgeden olumlu etkilenebilir, böylece tarımsal sulama ihtiyacı azaltılabilir. Ayrıca, panellerin altındaki meralarda küçük ve büyükbaş hayvanlar otlatılabiliyor. Yalnızca ABD’de, toplam 2,8 gigawatt kapasiteli 314 agrivoltaics tesisi bulunuyor. Bunların çoğu hayvan otlatma, tozlaştırıcı habitatı oluşturma ve bitkisel üretimi birleştiren sistemler.
Sahra Çölü’nde kurulacak dev bir tesisin gezegenimizin tamamına enerji sağlayabileceği gibi bir iddia uzun zamandır dolaşıyor. Teoride mümkün ve mantıklı gibi görünse dahi, her şeyin başında tüm yumurtaları tek bir sepete koymamak gerektiğini biliyoruz. Böylesine büyük bir tesisin verimli çalışmasını sağlayacak teknolojiye henüz sahip de olmayabiliriz. Enerji üretimi ve tesis bakımının yanı sıra, bu enerjiyi tüm dünyaya nakletmekte yaşanacak sorunlar ve kayıplarla mücadele, büyük engeller yaratacaktır. Ayrıca çölde sık sık yaşanan kum fırtınalarının vereceği zararı da öngörmek mümkün değil. Dolayısıyla, bu bir süre daha insanlığa ait bir mega fantezi olarak kalacak gibi görünüyor.
Dev tesis demişken, Türkiye’de Konya’nın Karapınar ilçesindeki güneş enerjisi üretim tesisinin Dünya’daki en büyüklerinden biri olduğunu belirtelim. 3 milyondan fazla panelden oluşan tesis, her yıl 3 milyon kW/s enerji üreterek 2 milyon kişinin ihtiyacını karşılıyor.
Fakat, solar enerji dediğimiz zaman her şey günlük güneşlik de değil. Fosil yakıtlardan kurtulmak, küresel ısınmayı sınırlandırmak veya azaltmak için karbon salımını azaltan yenilenebilir kaynaklara geçmek gerektiği konusunda herkes hemfikir olsa dahi, güneş enerjisi sistemlerinin yarattığı tehlikeler de bulunuyor. Arazi kullanımında yanlışlar olabileceği ve bu iş için uygun arazilerin tercih edilmesi gerektiğini belirtmiştik.
Önemli bir meseleyse, panel üretiminde kullanılan madenler, bu madenlerin çıkarılması ve panellerin üretilmesi sırasında oluşan fosil yakıt tüketimi, karbon salımı ve çevre kirliliği. Güneş enerjisinin kendisi karbon-nötr olsa da panel üretimi fosil yakıt tüketimine bağımlı, bunu unutmamak gerekiyor. Monokristal panel üretiminde kullanılan muazzam silikon parçaları önce blok haline getiriliyor, sonra küçük parçalara kesilerek panellere yapıştırılıyor. Panel üretiminin en büyük salım kalemi bu işlem. Polikristal panellerde işlem biraz daha farklı ve işlem sırasında nispeten daha az enerji tüketiliyor. İnce film panellerin karbon ayak iziyse daha da düşük, fakat amorf silikon, kadmiyum, bakır ve benzeri ağır metaller içerdiği için ciddi çevre kirliliğine yol açabilecek zehirli maddeler barındırıyor.
Yine de bunlar, güneş enerjisine geçmek karşısında bir engel olmamalı. Güneş panellerine kıyasla, termik (kömür) santrallerin ayak izi 18 kat, diğer termik (doğalgaz) tesislerin ayak izi ise 13 kat daha fazla. Paneller üretildikten sonra herhangi bir salıma yol açmadığını zaten biliyoruz. Dolayısıyla güneş enerjisini fosil yakıtlara tercih etmemek için bir neden yok.
Bir diğer sorun ise atık meselesi.
Silikon güneş panellerinin içinde bir miktar geri kazanılabilir değerli maden bulunuyor. Panellerin büyük bir bölümünü cam ve alüminyum oluşturuyor. Bunlar da geri dönüşüm için çok değerli malzemeler değil. Dolayısıyla paneller çöp olmadan önce ayrıştırılıp, uygun biçimde bertaraf edilmesi veya yeniden kazanılması gerekiyor ki, bu da zorlu bir girişim. Buna ek olarak, bazı panellerin içindeki bazı ağır metaller zehirli kirletici sınıfında olduğundan, çeşitli hükümetlerin geri dönüşüm programlarında zorluk çıkarabiliyor. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı IRENA’ya göre, 2050 yılında 78 milyon ton atık güneş panelimiz olacak.
Standart panellerin ömrü genelde 25-30 yıl olarak veriliyor. Fakat, bunların enerji dönüşüm verimi her yıl azalıyor (her yıl ortalama %1). Dolayısıyla, yeni bir sistem kurduktan diyelim ki 10 yıl sonra, elinizdeki solar sistemin verimi azalmış oluyor. Bu sırada yeni teknolojiler ve malzemelerle üretilen daha verimli ve daha ucuz paneller de piyasaya sürülmüş oluyor. Kullanıcılar bir değerlendirme yapıyor ve yeni bir panel sistemine geçmenin daha mantıklı olduğuna karar vererek henüz ömrünü tamamlamamış panelleri çıkarıp yenilerini alıyor. Dolayısıyla, 25-30 yıl üzerinden hesaplanan panel ömrü ve buna bağlı atık hesapları da şaşıyor. Bir araştırma, 2035 yılına geldiğimizde atık halini almış toplam panel sayısının, kullanımda olan panel sayısının 2,56 katı olacağını iddia ediyor.
Erkenden alınan tedbirler, doğru işleyen atık toplama ve geri dönüşüm sistemleri, uygun teşvikler ve benzer döngüsel ekonomi yaklaşımlarıyla, bu tür geri kazanım programlarını erkenden başlatmak çok önemli.
Yazımızı bilimkurgu senaryosu gibi duyulan, fakat aslında uzun zamandır bilim insanlarının aklını çelen ve denemeleri yapılmaya başlamış bir başka güneş enerjisi teknolojisiyle sonlandıralım: Uzay-Temelli Güneş Enerjisi (Space-Based Solar Power / SBSP).
Ana fikri, uzaydaki güneş panellerinde hasat edilen enerjiyi kablosuz yöntemle Dünya’ya gönderip yeryüzünde yeniden elektriğe dönüştürmek. Aslında geçmişi 1923 yılına giden bir fikir; Rus bilim insanı Konstantin Tsiolkovsky, yörüngeye dev aynalar yerleştirip güneş ışınlarını yeryüzüne odaklayan aynalar önermişti. 1941 yılında ise ünlü bilim insanı ve bilimkurgu yazarı Isaac Asimov, Reason adlı kısa öyküsünde uzaydan yeryüzüne gönderilen mikrodalga sinyalleri Dünya’da yakalayarak elektriğe dönüştüren bir tesis hayal etmişti. Aslında teorik ve teknolojik düzeyde karşısında bir engel yok. Güneş ışınlarının atmosferden geçmesi gerekmediği ve bu nedenle enerjisinin bir kısmını kaybetmediği için, yörüngeye yerleştirilen güneş panelleri 10 kat daha verimli çalışıyor. Fakat, işe yarar ölçekte bir sistem kurmak için en azından bir kilometre genişliğinde bir dizi paneli yörüngeye gönderip orada birleştirmek gerekiyor. Yeryüzünde bu enerjiyi karşılayacak sistemin ise bundan 10 kat daha büyük olması. Ve bu biraz pahalı bir girişim. Dolayısıyla şimdiye kadar hayata geçemedi. Son zamanlarda özel girişimlerin de artmasıyla uzaya gitmek ucuzlamaya ve bilim insanları meseleyi yeniden ele almaya başladı. Planlanan ölçekte bir solar uzay tesisinin 2 gigawatt enerji üretebileceği düşünülüyor, yani bir nükleer enerji santraline eşdeğer. Aynı miktarda enerjiyi yeryüzünde üretmek için ise 6 milyon adet güneş paneli gerekiyor.
Bu hayaller, Space Solar Power Demonstrator (SSPD-1) programıyla gerçeğe bir adım yaklaştı.
Ocak 2023’te program kapsamında uzaya gönderilen MAPLE, yalnızca 1,8 metre genişliğinde bir panel sistemi taşıyor ve üzerinde 32 farklı tip, düşük maliyetli güneş hücresi bulunuyor. Ayrıca güneş enerjisini mikrodalgaya çeviren elektronik devreler ve iki adet vericiyle donatılmış. Yaklaşık bir yıl boyunca çeşitli testler yürüttükten sonra, 3 Mart 2024’te kendi üzerinde bulunan bir alıcıya uzay boşluğunda başarıyla enerji transferi yapabildiği gözlemlendi. Şimdilik büyük bir adım gibi görünmese de, bilim dünyasındaki tüm başarıların küçük adımlarla başladığını ve ilerlediğini unutmayalım.
Uzayda veya Dünya’da, yenilenebilir enerjinin öncüsü güneş enerjisine yapılacak yatırımlar, araştırmalar ve deneyler hızla devam edecek gibi görünüyor. Teknolojiler ucuzlayacak ve her geçen gün daha fazla panelle karşılaşmaya başlayacağız. Zaten bunu yapmadığımız müddetçe iklim krizinin tartışmasız sonuçlarına tahmin ettiğimizden daha da erken katlanmak zorunda kalacağız. Dolayısıyla merak etmeli, okumalı, incelemeli, seçeneklerimizi öğrenmeli ve hem kendimiz hem de gezegenimiz için doğru tercihleri yapmaya başlamalıyız
REFERENCES
- 1. https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/karapinardaki-dunyanin-tek-yatirimcili-en-buyuk-gunes-santrali-tam-kapasite-uretime-basladi/2872773
- 2. https://news.mit.edu/2011/energy-scale-part3-1026
- 3. https://www.forbes.com/home-improvement/solar/cost-of-solar-panels/
- 4. https://www.technologyreview.com/2024/01/08/1085124/super-efficient-solar-cells-breakthrough-technologies/
- 5. https://www.theguardian.com/environment/2023/jul/06/revolutionary-solar-power-cell-innovations-break-key-energy-threshold